5 Aralık 2012 Çarşamba
Yine Tam On Üç Saat Sonra
Hep karanlığı sevdin...Neye baktığın, neyi yuttuğun, nereye gittiğin belli olmasın diye. Bir sürü şey olmasın diye işte. Şimdiyse ışık gözlerini alsın diye vermeyeceğin şey yok. Hep olmayanlar olsun diye. Sen böyle değiştin canım, böyle uslandın, böyle karıştın kalabalığa.
Kaybolduk. Yüzlerimiz. Unuttuk.
28 Kasım 2012 Çarşamba
Peki Süngerin Hâlâ Yaşadığını Biliyor Musun?
Bir haftadır yıkanmayan bir kızartma tavası var. Yepyeni süngeri almış hem tavayı hem süngeri aşındıra aşındıra, deterjan bile kullanmadan ovalayıp duruyorsun suyun altında. Suyunu sıkıp tekrar tekrar ıslatıyorsun. Bütün o gözenekleri açılıyor süngerin, içlerine yağlar doluyor. Tavada belli belirsiz birkaç temiz bölge sadece...
Tırnaklarıyla kulak memeni sıktı mı biri hiç? Sen de işte öyle acı vererek sıkıyorsun süngeri. Öylece, makine gibi kazıyorsun tavayı. Şöyle son kez suyun altına tutup temizlendiğini sanıyorsun, kaldırıyorsun rafa. Gözün elindeki süngere takılıyor, dolaba bakıyorsun; yedeği var. Atıyorsun elindekini çöpe, ıslak. Elinde kalan yapış yapış yağı da bol sabunlu suyla temizleyip rahata eriyorsun.
O tavada yaptığın yemekler kanser ediyor seni bir zaman sonra. Kendi ellerine vurup duruyorsun her gün sinirle. Sonra bacağını tutup ağır aksak birkaç adım daha gitmek; belki yeni bir tava ve temiz tutacağın bir sünger almak için sokağa çıkıyorsun yeniden.
Bol güneşli günler!
23 Ekim 2012 Salı
Canım Yastığı
İz bulmayı çok çok çok seviyorum. Takıntılı biri olduğum için bazen iz de sürüyorum ama ben aramadan karşıma çıkan izler başka. Banyoda bulunan uzun saçlar, kıllar ya da masadaki yapış yapış yemek artıklarından bahsetmiyorum. Sırtı duvara yaslanmış ortası hafif çökmüş bir yastıktan bahsediyorum. Bu kadar sinir stres içinde o yastık beni biraz silkeliyor işte.
17 Ekim 2012 Çarşamba
Hep Bunlara Değer Mi?
Benim alıklığım, anlaşılması gerçekten zor olan şeyleri anlayamadığımda başlıyor. Mesela samimiyetsizliği, mesela yalancılığı, mesela şımarıklığı, mesela ukalalığı ya da çok bilmişliği, mesela paragözlüğü ya da bunlar gibi binlercesini. Anlayamadıkça kendimi salak gibi hissediyorum, böyle şeylerle karşılaştığımda yanaklarıma, alnıma tokat atarak uyandırmaya çalışıyorum kendimi kara rüyalardan. Ama yok, uyanmak mümkün değil, gözlerim kapakları görünmeyecek kadar açıkken. Çok tuhaf ortalık. İnsanlar, işler, sıkıntılar çok fena.
Bense şimdi iyiyim.
7 Ekim 2012 Pazar
Masam Kalmadı, Hayır Yok
18 Eylül 2012 Salı
N'apsındı?
Eylül de bitiyor, napsındı? Beni mi beklesindi? Beklemez. Ben bekliyorum, Eylül de bitsindi. Yetmişti, geçsindi.
23 Temmuz 2012 Pazartesi
Sen Ne Güzel Pastasın
Bu yıl yaşlanma kompleksinin yerine mutlu yaşlanma geçti biraz. Dün gece tüm sevdiklerimin benim için yanımda toplandığını gördükten sonra kafamı yatağa koyunca tüm vücudumu dolduranın sadece heyecan olduğunu anladım. Ölüm korkusu, yaşam sıkıntısı, işler, paralar, trafikler, ter kokan insanlar... Hepsi silinip yerini yine de geçici olduğunu bildiğim bir mutluluğa bıraktı. Kalbim ağzıma yakın bi' yerlerdeydi uykuya daldığımda.
Onu diyorum. Sekiz yıl önce İstanbul'a geldiğimde kendime çok eğleneceğimi söylüyordum. Etrafımda onlarca insan vardı. İçim daralmazdı, dönüp duran rengarenk bir silindirin içinde kendimi kaybederdim. Şimdi içim daralıp duruyor, eğlencem yalnızlığımdan öteye gidemiyor ve etrafımda parmaklarımın sayısını geçmeyecek kadar insan var; ama gözlerimi kısıp hepsine tek tek baktığımda onlarca yıldan sonra bile hepsinin yine aynı masada belki bacak ağrılarından, belki ölüp giden dostlarımızdan bahsedeceğini, kırış kırış göz kenarlarıyla da suratıma gülümseyeceklerini biliyorum. Unutuyorum, gidiyor.
Beni çepeçevre saran onca insanı gördükçe, Can'ın derimin altına yerleşen o saf varlığını hissettikçe kendimi cidden bir şey zannediyorum; ve bu herkese iyi geleceği gibi bana da çok iyi geliyor. İçten sarılan, içten gülümseyen insanları tutmak, bırakmamak hiç zor değil. Umarım bunu koruyacak kadar akıllı ve samimi olmaya devam ederim.
Ne zamandır uzağında kaldığım aileme duyduğum özlem ise bambaşka. Özellikle yirmilere geçiş yaptığımdan beri her doğum günümde ağlıyor; bebekliğime geri dönüp annemin, babamın kucağını arıyorum. Bildiğim her şeyi yüzlerce insandan, binlerce hikayeden öğrendim evet; ama bana öğrenmeyi öğreten annem ve babamın zihnimin asıl mimarları olduklarını her zaman hatırladım.
Annem'in doğduğum saatte bana attığı şu mesaj, tüm o yoğunluğu anlatmaya yeter herhal.
"tam bu saatlerde doğumdaydınm nasıl bişey olucaktın kızmı yoksa erkekmi acı ve merak içinde seni bekliyordum sonunda minicik maviş bi kız geldi daha dün gibi bu günde o anı yaşıyorum iyiki doğdun canım hep mutlu ol seni çok seviyorum .uyandırmak istemedim sonra arıycam.oysa arayıp aynı saatlerde sesini duymak isterdim 26 yıl önceki ıngaa sesi gibi"
İyi ki de doğmuşum, oh.
10 Temmuz 2012 Salı
Bi' Şey Yaptık
23 Haziran 2012 Cumartesi
Ólafur Arnalds Biraz Daha: 19-20 Ekim
Her yıl bir defa Ólafur'u canlı dinlemeliyiz gerçekten. Yeniden ayağa kaldırdı bu konser haberi. Hâlâ ölmemiş olan ve beni bedenimden ayırabilen tek varlık bu adam sanırım.
Üstelik Salon, sadece Ólafur için düzenlenmiş kadar uygun ve başarılı bir mekân.
Dileklerimiz kabul oluyordu...
14 Haziran 2012 Perşembe
Unutursun Diye
Bazen konuşacak konu kalmamasından çok korkuyorum.
- What do you read, my lord?
- Words, words, words.
4 Haziran 2012 Pazartesi
Kadın Benim, Kadın Sensin
31 Mayıs 2012 Perşembe
Beni Bir Tek Sen Anlarsın
Bazen böyle telefonlar alıyorum, bazen de mail ya da mesajlar. Ne kadar tuhaf. Hayatının belli bir bölümüne tanıklık ettiğim birileri bin yıl gibi uzun bir süre sonra bile geri dönüp anlaşılmayı bekliyor. En çaresiz kaldığı anda tanıdık bir yüze, sese, ele başvuruyor. Bunu ukalalık olsun diye söylemiyorum. Tamam, insanların "bir tek sen" ile kurduğu cümleleri seviyorum herkes gibi; ama kendimi bu kadar anlaşılmaz bulurken başkalarında böyle izlenimler bırakmak gerçekten garip.
Seni bir tek sen anlarsın, bu bile çok zorken ben...
21 Mayıs 2012 Pazartesi
Huzursuz Poşet Sendromu
Beni fiziksel olarak hasta eden iki şarkı var. Şimdi bile ne zaman duysam midem sancıyor, ağzımda tükürükler toplanıyor. Kendimi, kafamı dağıtmadan asla toplayamıyorum.
Önce Küçük Beyoğlu kapanıyor. Sabahın dördü olmuş, ne uyumuşum, ne bir işe yaramışım. Öylece durmuş bir cips paketinin içine tükürüyorum.
Çalıyor, Haluk Bilginer'den de nefret ediyorum, hâlâ çalıyor. Belki bir ton edecek çöp çıkarıyorlar sokağa, Ceset ceset, kocaman, kara kara taşınıyor. Sonra hortumla yıkanıyor sokak, litrelerce su süzülüyor köşeden, pis, kusmuklu, köpüklü... Yapış yapış sokak bir anda tertemiz oluyor. Kokusu geliyor yukarı, taze.
Şarkı bitiyor, sokak boşalıyor, kapılara kilit vuruluyor. Ben hâlâ tükürüyorum. Cips paketi doluyor, bir başka poşete başlıyorum sonra. Tükürüyorum sadece, artık ne yaptığımın bile farkında değilmiş gibi işte.
Pencerenin içine yerleşiyorum bacaklarımı toplayıp, elimde poşet, gözüm bomboş sokakta. Midem sancıyor, karşımda biri olsa konuşamayacak kadar tükürükle doluyor ağzım, her an. Tükürüyorum, her sabah olduğu gibi bekliyorum.
Kahkahalar geliyor, beni korkutan bakışlarıyla gözümün içine nefretini kusup aşağıdaki herkesle paylaşıyor kahkahasını bir adam. Toparlanıyorum, görmemiştir inşallah, "gecelikle böyle camda kendini mi sergiliyorsun sen?" demez inşallah. Toparlanıyorum. Şarkı başlıyor sonra.
Bu sefer soktuğumun Pendor'unda temizlik başlıyor. Kırık camlar, ıslak izmaritler, sahipsiz binaya taşınan o gri sandalyeler, masalar... Bir hortum da buradan aşağıya, hepsi akıntıya kapılmış; insanı sarhoş, tozu çamur. O poşeti de atıyorum. Yenisini açıyorum, başlıyorum tükürmeye, duramıyorum.
Şarkı bitiyor. Gün bitiyor, bir berbat gün daha bitiyor. Sabahın altısında kimi oflayıp poflayarak uyanırken yeni güne, burada gün yeni bitiyor. Yastığa koyuyorum başımı, kahkaha değil belki ama biraz güler yüz istiyorum, belki saçımın tellerinde dolaşan tek bir parmak. Son umutla yastığa koyuyorum başımı, hemen yanına da poşetimi; çünkü hala tükürüyorum. Umudum tükeniyor, uyuyamıyorum, tüküre tüküre çıkıyorum dışarı, yalnız. Sessiz, buz gibi yıkanmış caddede ağlayarak yürüyorum. Gün daha bitmiyor, yanılıyorum.
"Şikayetiniz nedir?"
"Sanırım midem. Çok bulanıyor. Hem, tükürmeden duramıyorum, ağzımda birikiyor, duramıyorum."
"Alkoldendir, çok mu içtiniz?"
"Hiç"
"Önemli bi şey yoktur, şimdi sistemimiz kapalı ama öğlen devam ederse yine gelin kaydınızı alalım."
Yürüyorum.
Tükürüyorum. Duydukça ya da düşündükçe, hâlâ...
19 Mayıs 2012 Cumartesi
Özlü Söz Katilileri
Şu tavuğun neden karşıya geçtiğini öğrenmek istemiyorum artık. Bir sürü ya da yetmeyecek kadar az cevabı olan sorulardan da kurtulmak istiyorum.
Neden varım? Çünkü işte. Çünkü...
Sormasana, ıslansana, silkelensene, gözlerini açsana. Sorma biraz, durdur kafanı. Bırak tavuklar yüzünden trafik kilitlensin, bırak bir saniyede bedenini çökertecek olan ölüm sen beklemeden gelsin, biraz bırak da bir gün yirmi dört saatte bitsin uzatmadan. Çok güzel şeyler var, yazılar ve fotoğraflar, en güzeli de resimler. Çok güzel resimler var ve hâlâ resimlerde neyin anlatıldığını soruyoruz kendimize. Delirdi ve çizdi, bu kadar. Üstüne gitme artık kendinin.
Biliyorum, yazmanın, bunları da düşünebiliyor olmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini. Ne? İnsan depresyonda olduğunu nasıl mı bilebilir? Saatine bakarak tabii ki...
"Yazdıklarımda simgesel anlam arayanların boynu altında kalsın."
Samimiyetinle gözümün önündeki tabakayı kırıp ortalığı karartan, dünyayı anlamsızlığıyla tatlandıransın Beckett.
8 Mayıs 2012 Salı
Kuru Boya Kemal
Sürekli yakın ya da uzak geleceğe rezervasyon yaptırıyoruz, birilerinden randevu alıyoruz. Acaba neyimize güveniyoruz? O ajandaları neden tutuyoruz? Gerçekten o anları yaşayabileceğimizi düşündüğümüz için mi; yoksa bitirebildiğimiz bir yılın ardından bakıp "ah şunları yapmışım" diyebilmek için mi?
Tüm gece uyutmayan bir düşünce... Bir adam var, az önce hafta sonu için otel rezervasyonu yaptırdı, şimdi öldü. Evet tam da şimdi.
Yorum yapamadan, sorguladığında çıldıracağını düşündüğünden hiç irdeleyemeden geçiştirmeye çalıştığın bir durum, bir durumlar silsilesi. Hiç sinirli değilim buna, ancak ağzımı kapatamıyorum.
26 Nisan 2012 Perşembe
Kafası Kıtırtılı Çocuklar
Küçük bir mahallenin dar bir sokağında oturuyorum ve her gün bu sokakta beş dakika falan yürüyorum işe gidip gelirken. Bu sokakta yaşı 15'i geçmeyecek oğlanların lafını da yiyorum zaman zaman hatta. İstanbul çocuklarının öfkesine, cesaretine, yüksek sesine hayran mı kalsam üzülsem mi bilemiyorum. Bir terslik olduğu kesin ama.
Tek düşüncesi, benim bile iki elimle sarabileceğim kaburgalarının içindeki tek heyecanı karşıdan karşıya geçebilmek olan bir kız var burada. 10-15 defa sağa sola çevirip duruyor kafasını, gelen giden yok, yine de bakınıyor uzun uzun, sonra sanki hemen arkasından araba gelecekmiş gibi ayakları kıçına vura vura karşıya geçiyor. Oysaki giden gelen hâlâ yok.
Bu çocukluk değil, o bedenler bu kadar ölüm korkusunu kaldıramaz, ölümden haberi olmasa da dayaktan korkuyordur işte, farkı yok. Bacağını kıracak olsa annesinden yiyeceği dayak da var sonunda, eminim. Dayak yiyen çocukları tanıyabiliyoruz çünkü. Neyse bu onun için fazla bence, adil değil. Biz dere kenarında önümüze arkamıza bakmadan bacaklarımızı özgürce sallarken, etrafı duvarla çevrili kocaman çim dolu arka bahçemizde koşup sadece birbirimizi ebelemeye yoğunlaşmışken bu çocuğun içindeki telaş bana çok geliyor. Yanlış geliyor.
Kalp atış sayımız madem belli, bu çocukların neden ömründen yiyorsun İstanbul'cum, eh?
24 Nisan 2012 Salı
Çifte Kazık
Bazı konularda sahip olduğumuz değeri görmeden aynı şekilde değerli olmaya devam edemiyoruz. Aç ayı oynamaz gibi bir şey bu belki de.
Cüzdanımızdaki kartlarda yeterli para varsa hak ettiğimizi düşündüğümüz değeri görüyoruz. Bu da ne kadar ekmek o kadar köfte oluyor. Kartlar boşsa ne kadar yırtınsak da "Ulan ben de buradayım!" diye boş duvarlarda yankılanıyor sesimiz. Belki tanıdık bir ses cevap veriyor, "Sakin ol, görüyorum," diye. Nasıl da samimiyetsiz geliyor her ikisi de.
"Gerçekten değersiz miyim?" diye soruyoruz sonra, "birileri beni geçiştiriyor mu, birileri beni kazıklıyor mu?"
Valla her gün her yerimizden kazıklanıyoruz da beni en çok yaralayanı kendi değerimi satın alacak durumda bile olmayışım, buna hala bir anlam arayışım.
Anlaşacak gibi durmuyoruz.
16 Nisan 2012 Pazartesi
Buraya Ok Değil, Bok Atınız
Karar verdim, ben fantastik edebiyatı sevmiyormuşum. Olmayan bir dünyada büyülü-devli* maceralara atılan karakterlerden çok; varlığından rahatsızlık duyan, gerçekte hepimizde olması gereken sıkıntıları elindeki bok dolu bir çuvalla ifade eden karakterleri seviyorum.
Yemyeşil ormanlarda minik huzurlu evlerden tüten dumanla bitmesin hikayeler. İçinde koskoca umutlar taşıdığı tam o anda tüm karamsarlığıyla sadece olmamayı bekleyen insanlar yatsın çamurlara hikaye sonlarında. Hatta bitmesin hikayeler, bu sıkıntının bitmeyeceği gibi; bitermiş gibi yapsınlar. Sonra da ölsün yazarlar ve yenileri doğsun "ben ne yaptım böyle?" diye soran annelerin rahimlerinden.
Bu böyle gitsin ve bizi kandırmaktan vazgeçsinler, içlerine almaktan, içimizdeki umudu körüklemekten.
Vazgeçtim ben de başından...
*Büyülü-devli tabiri fantastik edebiyatı özetlemek için kullanılmadı burada.
4 Nisan 2012 Çarşamba
Kim Kimi Kime Doğuracak?
Bugün de biliyorum ki kusmadan uyuyor olacağım. Yan yatıp durulmasını bekledim de, geçmedi. Kafam bilmediği bir sorunu itelemeye çalışırken midem gündüz yediğim bir tomar meyveyi gözlerimi yaşartarak gırtlağıma dayıyor.
Beni üzen çok şey var, var da... Yok bu değil. Yani tek başına değil. Beni köpekler de üzüyor, sabahları kendini güneşe yatıran yorgun köpekler mesela. Üzmek doğru kelime mi bilmiyorum. Düşündürüyor diyebilirim; ama içinde üzmeli falan bir olumsuzluk da var, o kesin. Neyse bilemedim, kelimesini bulamadım. Ne görüyorsam işte, hepsi üzüyor, düşündürüyor, bi' şeyler...
Çok gören biri de değilim. Dokuz saatini pencereleri gri bir semte bakan ofiste geçiren biriyim. Sonrası da kapalı perdeler arkasında kutu gibi bir hayat. Fakat gördükleri görmediklerini de çağrıştıran biriyim, ki bu bazen gerçekten berbat bir şey oluyor. "Dünyada bir günde toplam kaç tane tavuk kesiliyordur?" diye soran bir adamla oturup, kaç kişinin tam da şu anda ölümle yüz yüze geldiği için en acı çığlığını attığını düşünüyorum. Delirdiğim anlarda kaç kişinin aynı anda benimle aynı pozisyonda halıda yattığını hesaplıyorum. Denize bakarken boğazda santimetre kare başına kaç çift göz vurduğunu bilmek istiyorum, bilemiyorum.
Yoruluyorum. Zorla yapıyorum aslında hepsini. Kendi seçimlerimi bile dayatılmış gibi iğrenerek yaşıyorum baksana. Üzerinde süzülürken gözlerimi açıp keyfini çıkardığım bir deniz gibi geliyor önce. Sonra boğulma tehlikesini yine "ben" aklıma getiriyorum ve tuzdan yanan gözlerimi sımsıkı kapatıp, gereksiz yere çırpınarak ölmemeye çalışıyorum. Sonra ölmüyorum tabii, ancak kıyısından izliyorum böyle.
Sonra Virginia Woolf ölüyor, ona özeniyorum. Kıyısından bakıyorum deliliğinin derinliğine. Kıvrılan yaşlı kemiklere de kıyıdan bakıyorum. Sırtından zıpkınla vurulan kocaman balıkları da ancak kıyıya vurunca görüyorum. Canlı canlı dokunamıyorum hiç birine. Zaman bulamıyorum diyerek beni benim kadar olmasa da geçiştirenleri geçiştiriyorum.
Ne dalmaya cesaret ediyorum ne de biraz daha çırpınmaya. Orada kocaman deniz duruyor işte, beni beklemiyor belki ama duruyor, ve ben... Biliyorsun işte canım n'apıyorum.
15 Mart 2012 Perşembe
"Aysel Git Başımdan"
Nefesleri yaşamak için değil, ölmek için alıyoruz artık. Ne kadar olduğunu bilmiyoruz ama hep biraz daha, biraz daha yaklaşıyoruz. Ölümü yakın hissettiğimiz zamanlarda kaç kişiye söyledik "Aysel git başımdan, ben sana göre değilim!" diye? Kurtarıyoruz zannetmedik mi onları ölümümüzün yasından? Kaç kişiyi kendimiz gibi olmadığı için suçlayarak, "sorun sende değil, bende" deyip geçiştirdik? Çoğunlukla karanlık yanlarımızı bahane edip kaçmadık mı insanlardan; aynı zamanda acıma ve anlayış bekleyerek? "Çirkinim," derken ağzımızı kapatacak bir el beklemedik mi? Aksini iddia edecek bir dil? Bizi güzel görecek bir çift göz?
Bekledik, kaçarken hep arkamıza baktık, arkamızdan koşacak bacaklar diledik; önümüzde upuzun duracak bedenler. "Gitme" diyerek bükülen bir boyun... Hep bekledik. Beklediğimiz olmadıkça gittik, gittik. Hep bir yerden bir yere gittik, durmadan. Blöflerimizi yemedi kimse, gittikçe kaybettik, kaybettikçe gitmeye devam ettik.
Durunca da şaşırdık. Dört yanımızda duvar gibi geldi o eller, o gözler, bacaklar ve o kocaman varlık. İsteklerimiz, blöflerimiz, hiçbir oyunumuz sökmüyor ona. Vurdukça geri dönüyor tokatlarımız. Durduracak upuzun bedenler de varmış diye öylece duruyoruz şimdi.
Kötü, karanlık, çirkin olmamıza rağmen; tüm deneyimsizliğine, zıtlığına, bize göre olmamasına rağmen duruyor işte, durduruyor. Gidemeyiz artık, gitmeye çalıştıkça karşımıza çıkacak, biliyoruz.
"Aysel git başımdan, seni seviyorum."
2 Şubat 2012 Perşembe
Şimdi Nasıl Cesaret Edelim Öyküleri Mutlu Sonlarla Bitirmeye?
Yıllarını orayı ayakta tutmak için veren emekçilerin çalışma alanları, fahiş fiyatlarla kalınacak süper-lüks otel odalarına dönüşecek. Önce internet sitelerinde "Tarihi Haydarpaşa Palace'ta denize sıfır konaklama %50 indirimle!" diye fırsatların çıkacak. Binlerce turisti kazıklayacaksın "boğaz" tokluğuna. Sonra işler boka saracak, neyse deyip yakacaksın yine, dünyanın denize sıfır en yüksek yapısını yaptıracaksın Dubai'den adamlara. "Aman uydu fotoğraflarında şöyle parlak görünüyor, aman dünyanın her yerinden ziyaretçi kaynıyor" diye hava atacaksın sağa sola.
Ben devlet olsam bu fikri bana sunduğunda, o beyinlerini lise çağından itibaren satın aldığın zeki çocuklara yaptırdığın otel planlarını, gelir gider hesaplarını da seninle gömerim. Ah be canım, ben devlet olsam gecekondusunu yıktırmak istemeyen kadınlar gibi çığlık çığlığa kendimi zincirlerim o gara...
O değil de sen devlet olmasan... Bak o daha güzel oldu şimdi. Sen devlet olmasan biz geceleri deniz kokusu almak için gideriz yine garın bahçesine. Şarap sohbetlerinden Ankara'ya gitmek için kalkarız ve son treni yakalamak için koşarız iskeleden. Uzun uzun listeler yapıp İran turumuzu planlarız Haydarpaşa merdivenlerinde. Ya da ilk kavgamızı yaptığımız yere geri döner, bu sefer öpücüklerle ayrılırız sevdiğimizden. Sen devlet olmasan biz çocuk bile doğururuz canım, hem de üçer tane. Kocaman martıları besleyeceğimiz en güzel yerleri yakmasan, yıllar sonra çocuklarımızı da dahil ederiz anılarımıza. Yeni anılar yaratıp belki biz ölümsüzleşiriz bu sefer.
Dünyanın en güzel kitaplarını yazan adamlar da öldürülüyor, gönderiliyor, yasaklanıyor ya da kapatılıyor. Şimdi sen devlet olursan kim yazacak anılarını, kim kadehlerini anılarına kaldıracak, hem de anılarını yazdığı yerde? Hangi çocuk bilecek denizin kıymetini? Hangimiz gidebileceğiz dilediğimiz kadar uzaklara? Kim yaşayabilecek ki sen yaşamak için öldürürken? Şimdi hangi dallar yanacak sen yeşillen diye?
Çok sıkıştırdın beni, çok bunalttın.
9 Ocak 2012 Pazartesi
Hepsi Yalan, Yarın Sakın Uyanma!
Dün Paprika'yı izledik. Rüyalar alemiyle birazcık ilgili olanlar için derin ve etkileyici bir film. Ne kadar çok rüya gördüğümü sen de öğreneceksin bir zaman sonra; o zaman neden bu kadar üstüne düştüğümü de anlayacaksın, neden bilinç aleminde değil de bilinç altı diyarlarında daha çok dolandığımı sen de göreceksin.
Annem dünyanın gerçek olamayacak kadar kötü olduğunu düşünüp aslında bilinç sandığımızın bilinç altımız olduğuna karar vermişti geçenlerde. Ancak bilinç altının yaratabileceği detayda ve ağırlıkta fena insanlar ve gerçek dışı kötülükleri var uyanık olduğumuzu düşündüğümüz her anda; hak vermiyor değilim. Ancak kendimi rüyaların asıl yaşamım olduğuna inandırırsam bölünür deliririm.
Rüyalarım, bazen "bitsin artııık" diye çığlık atarak kendimi uyandırdığım kasvetli, puslu yaşantılarım, bazen de lütfen saat çalmasın, bu neşe bozulmasın diyerek keyif almaya çalıştığım anlarım. Yoksa annem haklı mı? Yoksa çalan saat uyanmamız için değil de "haydi kabus zamanı" diye yorganı üzerimize çekmemiz için mi var? Yoksa gerçekten uçuyor muyum ben, kanatlarımın çıkmasını beklemeden? Ya da her rüyaya dalmadan önce içine girdiğim kırmızı oda, düştüğüm merdivenler, merdivenlerin sonunda beni bekleyen rüya da benim rutinim mi? Saat çalar, kahvaltı yapılır, işe gidilir, gelinir ve uyunur rutini aslında her gece gördüğümüz daha aydınlık ve çok gerçekçi bir kabus mu? Hafta sonu yapılan keyifli uzun kahvaltılar da bilinç altımızın bize onca kabusa katlandığımız için verdiği ödüllü, renkli ve zengin rüyacıklar mı?
Asla gerçekliğini savunamam iki ihtimalin de. Asırlar öncesinden güneşin doğuşuna göre günün ve günümün belirlendiği bir hayat işte; gerçek mi, kurgu mu, doğru mu yanlış mı bilemiyorum. Önüme ne konulursa yiyorum memnuniyetsizce.
Not: Filmin görsel efektleri, kurgusu, kelimeleri ve özellikle sahne geçişleri harika, rüyalarla ilgili olmayan bir sinema sevdalısıysan da izlemen yararına. :*