Pages

30 Temmuz 2010 Cuma

Hayat Bir Hamburgerse ve Herkesin Kafasına Göreyse.

Böyle zamanlarda hep aklıma ağlaya ağlaya evden kaçıp Aksaray'a kadar koşmam ve tacize uğrayıp yine ağlaya ağlaya eve dönmem geliyor. Ergenlik çağları da değil, ilişki bokları işte.

Old Love dinlemeyeli çok olmuş. 2009 yılına girmiştik, Ocak 21, Simge'yle Taksim'de 3.1 mi ne öyle bir mekana gittik. Mekanın zamanın önemli olmadığı bi gündü. Simge'nin yanımda olması yeterliydi, gergindim, yalnız olmak felaket olurdu. Ve Old Love çalıyordu. O güne kadar kötü gelen sesten bu şarkı daha da kötü geliyordu. Bir morluk, birkaç bira, sonrasında Simit Sarayı, paketiyle çaya batırılan ve 1 saat oynanan şekerler.

Dolup dolup taşan kalbim, çalan şarkı. Aylarca yankılanan. İşte kötü yola düşüşümün başladığı gün. Nasıl mı? Eve gidip sabaha kadar ağlayarak, şarkıya, bize, zaten bildiğimiz saçmalığa.

Sana diyorum Burger King. Bana son kez sevgiyle ama umutsuzca bakan sana diyorum. Ben de anılarımla mutluyum, hadi bakalım. Herkesin kafasına göre yaşadığıysa bu, benim kafam inan çok büyük.

Üstte susamlı ekmek, çok sert, diş kırıyor. Ortada bol soslu köfte ben, sosundan neredeyse yenmiyor. Alttaki ekmekse sostan ıslanmasını bilen, ama köftenin hiçbir zaman kaymaması için her zaman orada olacak olan, yeterince katı, yeterince dişe gelir. Hayat bir hamburgerse, ve herkesin kafasına göreyse, benden iyi köfte olmaz.

Peh.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Masal Masal Matatas


Dün gece rüyamda müzede çalıştığımı gördüm. Annem gelip "bırak boş boş oturmayı da şu tablo*yu anlat insanlara" diye kızdı bana. O tablonun hikayesini biliyordum, Barış'a da anltmıştım ve işim çıktığı için Barış'tan insanlara anlatmasını istedim. Hikayeyi anlatamayışını uzaktan başka işler yaparken izliyor, bir yandan hikayeyi kendime fısıldıyordum:

Tarih öncesi çağlarda, şimdi Akdeniz kıyıları olarak bilinen yer. Sapsarı uzun dalgalı saçlı, yeşil iri gözlü, küçücük elleri olan bir kadın varmış. Bu kadın her ne kadar kendini halkın iyiliğine adamış bir hemşire olsa da kötü kalpli birkaç kişi hakkında dedikodu çıkarmış. Neymiş efendim savaştan dönen erkekleri tedavi ettikten sonra onlarla birlikte olup onları büyülüyormuş. Şehrin kadınları artık kocalarına bu kadın yüzünden sahip çıkamaz olmuşlar. Şehirdeki tüm erkekler hemşirenin kapısında sabahlar olmuşlar. Hemşire sabah kalkıp işine gidiyor, akşam olduğunda da evine dönüyormuş oysaki. İşi dışında kimseyle konuşmuyormuş.

Kapısının önünde biriken hediyelere dokunmuyor, iltifat dolu mektupları okumadan yakıyormuş. Şehrin kadınları bu durumdan yakınıyorlarmış ama işin aslını kocalarına hiç sormuyorlarmış. Kendi aralarında çıkardıkları dedikodulara kendileri de inanır olmuşlar. Güzel hemşireyse duruma çok üzülüyormuş. Kimsede gönlü yokmuş, kimseyle beraber olmamış ve işi gerektirmedikçe hiçbir erkeğe elini bile sürmemiş. Tek isteği ülkenin huzuru için savaşta yaralanan erkekleri iyileştirmekmiş. Büyü yaptığı da yokmuş. Erkekleri büyüleyen sadece hemşirenin güzelliğiymiş.

Şehrin kadınları toplanıp krala gitmişler, hemşireyi şikayet etmişler. Kral da ülkesini düşündüğünden savaşçılarını böyle bir büyücü yüzünden kaybetmek istememiş. Adamlarını gönderip hemşireyi sarayına getirtmiş. Hemşire ağlayarak durumu anlatmaya çalışmış. Kral da kadının güzelliğinden etkilenerek ayaklarına altınlar döktürmüş. "Bundan böyle benimle yaşa, hem hemşirem hem kraliçem ol, bu ülke senin olsun." demiş. Kadın bunu kabul etmemiş, ona hizmet etmekten onur duyacağını ama kimseyle olmak istemediğini anlatmış.

Reddedilmeyi asla kabul edemeyen kral kızı alıkoymuş ve düğün yapmaya karar vermiş. Ülkenin her yerinden tüm halkı düğüne davet etmiş. Şehrin kadınları hemşirenin kralı da büyülediğini düşünüp sinsice bir plan yapmışlar.

Düğün günü gelmiş, tüm halk dağın tepesindeki sarayın bahçesinde toplanmış krallarını ve yeni kraliçelerini alkışlıyormuş. Şehir kadınlarından bir tanesi kraliçenin yeni hizmetkarıymış gibi göstermiş kendini. Sarayın balkonuna kadar eteklerini taşımış hemşirenin. Hemşire üzgün bir şekilde halkı selamlamaya çıkmış balkona. Hizmetkar kılığındaki kadın eteğini tutuşturuvermiş hemşirenin. Bir süre sonra yandığını anlayan hemşire bağırmaya başlamış. Olduğu yerde çırpınırken balkondan düşmüş alevler içinde. KAlabalık olayı uzaktan seyretmiş, hiçkimse bir şey dememiş yapmamış bu olay karşısında. Kral bile kraliçesinin yanmasını öylece izlemiş. Hemşire öyle acı çekmiş öyle ağlamış ki gözyaşları, yanan bedenini söndürmüş. Kendine geldiğinde her yeri kömür gibi yanmış olarak bulmuş kendini. Aynaya bakamaz olmuş o günden sonra. Tüm güzelliği gidince erkekler de ondan nefret etmeye başlamışlar. Savaşta yaralanan askerleri bile tedavi etmesi için ona götürmüyorlarmış artık.

Bir gece aç susuz dağlara vurmuş kendini hemşire. İstediği tekrar beğenilmek değil, yeniden faydalı olabilmekmiş. Eğer faydalı olamıyorsa yaşamasına gerek de yokmuş. Uçurumun kenarına gelmiş. Oturup ağlamış insanlığın haline ve kendini sonsuz boşluğa bırakıvermiş. Kayalara çarpa çarpa düşmüş hemşire. Sarı dalgalı saçları uçurumun tepesinde kalmış, başı da hemen altında. Yanmış vücudunun düşerken parçalandığını izlemiş, daha da acı çekmiş, daha da ağlamış.

O kadar çok ağlamış ki uçurumun tepesinden yerlere kadar sular fışkırmış, kocaman bir şelale oluşmuş. Bu Düden Şelalesi'nin hikayesiymiş. Şimdi Düden Şelalesi'nde yüreğinde iyilik taşıyanlar tepelere kadar çıkıp hemşirenin gözlerinden içeri girebiliyorlarmış. Kanadında kötülük taşıyanlarsa ancak aşağılardaki ağız kısmından mağaralara girebiliyorlarmış. Hemşirenin gözlerinden hem manzara daha şahaneymiş, hem de sular daha taze. Mağaraların duvarları, yerleri ise yosun tutmuş, giren kayıp düşüp ölüyormuş.

Ne güzel bilinçaltı denen şey.

* Öyle bir tablo yok, zamanım olduğunda ve yapabileceğimi düşündüğümde çizip buraya koyarım artık.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bana Göre Süt, Onlara Göre Çikolata


Bir insanın bir tane sevgilisi, iki tane dostu, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar da arkadaşı olabilir ancak. Onun dışında binlerce tanıdığı olabilir. Tanıdıklar gözlem yapmak için, arkadaşlar üzerinde çalışma yapmak için kullanılırlar. Dostlarla birlikte deney yapılır, onlar kullanılmazlar. Sevgililerin ise bu tür bilimsel deneylerle hiç işleri olmaz, tek yaptıkları karşısındakine ayna olmaktır. Olanı yansıtmak, olması gerekeni yansıtmak, yaptığı gözlemlerin, çalışmaların ya da deneylerin doğru ya da yanlışlığını göstermektir. O yüzden birinin sevgilisi olmak bilge olmaya çabalamayı gerektirir.

Birçok insan için tanıdık olmak, davranışlarımın gözlemlenmesi, izlenmek çok güzel. Birilerinin bana arkadaş olarak değer verip üzerimde hayata dair deneyler yapmasının verdiği zevk de bambaşka. Dostlarım... Bunların hepsini birlikte yaptığım, kimi zaman başarısızlıktan sinir krizleri geçirdiğim, kimi zaman başarıyla denizlere haykırdığım dostlarımla birlikte olmak ve olacak olduğumu bilmek. Adını asla unutmayacağım iş arkadaşlarım. Dost olmanın bende tarifi böyle. Sevgili olmaksa bambaşka, ayna olmak, bazen bakmak istemeyene parıl parıl parlayan, bazen bakmak için can atana kararmış, bulanık bir ayna olmak. İyiyi, kötüyü yansıtmak, en azından buna çabalamak... Gözyaşına seller boşaltıp gülücüğüne güneş açtıracak kadar aydınlık ve parlak ve ıslak olmak.

Yapmak istediğimiz her şeyi asla yapamayacağız. Aile olmak çok uzak şu anda ama az önce sıraladıklarımı olabilmek en azından bugün beni neşelendiriyor. Bambaşka bir boyuta geçene kadar da bunun savaşını vermeye devam...

25 Temmuz 2010 Pazar

Kuledibi Derin Uyku Çalışmaları


Sevgili Galata Kulesi,

Beni bağrına bastın, sevdin, saydın, dinledin. Duvarının dibine boşalttığım şarapları emip gözyaşı döktüğümde bana eşlik ettin onlarla. "Duvar olsa cevap verir" denecek durumlarımın kahramanı oldun. Sırtımı yaslayabileceğim, omuzlarından dünyayı seyredebileceğim, yalnızlığımı paylaşabileceğim bir sen vardın.

Sen kal, sığınağım ol hep, bir sen ol. Hayalimle ya da gerçeğimle tek konuşan sen oldun, sen ol. Kimse bilmez taşların konuşabildiğini, gözyaşı dökebildiğini. Anca zorbalıkla sıkıp çıkarırlar suyunu. Taşları, hele bir de senin gibilerini hep uzaktan izlerler. Dokunulmaz sanat eserleri gibi, tanrılar gibi. Bense yanak yanağa konuşuyorum seninle, dudak dudağa, ve omuz omuza.

Seni uzun zamandır tanımıyorum ama seni herkesten iyi tanıyorum kulem. Sana dokunuyorum. Bugün beni koynunda uyuttun, elimde beş lira omuzlarına çıkma parasıyla kucakladın beni. "Çıkma Simay, yat dinlen kucağımda"ydı fısıldadığın.

Şimdiye dek bu şehri benim için anlamlı kılan tek şeysin, sen İstanbul'sun, benim İstanbul'um. Yüzüme o gülücüğü konduran, acımı dindiren, bana huzuru bulduran, beni kucağında uyutansın. Annesin, babasın, dostsun, sevgilisin Galata. Her şeyimsin, çok şeyinim.

Ellerinsiz, ellerimsiz yaşanır kılan hiçbir şey yokmuş.

20 Temmuz 2010 Salı

Doğum, Başlangıcıysa Ölümün




Çok küçüktüm 25 yaşımda öleceğimi ilk söylediğimde. Dalga geçerlerdi, gülerlerdi, ben de gülerdim bazen; içten içe bilirdim ama. İki gün sonra 25 yaşıma gireceğim ve bunun sıkıntısıyla baş başayım. Baş başayım evet. Yalnızım bu fikirde. Kuruntu, saçmalık gelse de bu fikir kafamda yaklaşık 20 senedir var ve buna hazırladım ben kendimi.

En son; "Sanırım saçmalıyorum, ölmem herhalde." demeye başladım ama durum onu göstermiyor bugün. Bugün ölümün sıcak bölgesindeyim ve tek istediğim sevdiğim herkesi bir arada görmek. Özlediklerime sarılabilmek. Yanımdakileri içime alabilmek. O yüzden hayatımda ilk kez doğum günüm için plan yapıyorum. Doğum günüm, ölüm yılım? Her neyse. Kim neye inanırsa inansın, ben öleceğime inanıyorum da demiyorum. Sadece sıcak.

Küçücük bir çocuğun durup dururken böyle fikirlerle kendini doldurması saçma olan. Ya da tamamen mantıklı ruhani dünyada.

Varlığımızın sonu kanla gelecek, kanı görecek ve üzüleceğiz hep beraber. Üzülmeyenler yaşadıkları süre boyunca rüyalarında kanda boğulacaklar, ölmeden bir gece önce rüyalarında kanın kaynağının benim boğazım olduğunu görecek ve üzülmeleri gerektiğini anlayacaklar.

Bu bir kurgu değil. Ben yıllarca rüyamda dedemi gördüm elinde siyah bir poşette kemik taşırken. Sonucunu paylaşmama gerek yok, görünen köy kılavuz istemiyor.

Hala 24 yaşımdayken ve hala yazabiliyorken yazmak istedim. Yarın sabaha 24 yaşımın son gününü hastanede geçirmek için uyanacağım. Ertesi günse beni yıllardır sımsıkı saran bu fikirle gerçekten yüz yüze yaşayacağım bir yıla gireceğim. Ya o benden vaz geçecek, ya da ben ondan. Ya ölüp ermiş diye anılacağım ya da yaşayıp üzülmeye, huzursuz olmaya ya da gülmeye devam edeceğim.

İki tarafın da haklı ya da haksız olduğu hiçbir durum yoktur ama, bir taraf mutlaka yanılıyordur bir yerde.

İyi ki doğdum diyebilirim, sen de diyebilirsin, "iyi ki"yi iki defa kullanarak ama. İyi ki doğdun Simay, iyi ki.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Hayatlar Kirlenirse Hikayeler de Kirlenir

Beyazıt otobüsünde yaklaşık 6 ay kadar önce karşımda oturan bu fotoğraftaki amca. Yaşlılara üzülmem ben, hoşuma da gider onları izlemek aksine. Kendimi onların yaşında düşünürüm hep, her seferinde çoğundan daha iyi durumda olurum diye düşünürüm, en azından komik bi tipim olur, karakterim değişmezse tabii. :) Bu adamda karşıma oturduğu anda beni ağlatan şey elindeki galeta poşeti oldu. Cep telefonuyla çektiğim için pek net değil; ama orada işte.

Adamda bir şey vardı, iyi giyimliydi, vücudunda görünen bir sıkıntı yoktu, sert bakışlıydı ve sürekli dışarıyı izliyordu. Benim için gizem doluydu ve trafik yüzünden her zaman sızlanarak gittiğim 50 dakikalık yolculuk bana bi macera gibi gelmişti o gün. Adam ya da ben inene kadar elindeki galeta poşeti ve duruşuyla ilgili ne kadar teori üretebilecektim acaba? Çözmeliydim.

Çok fazla ürettim tabii ki. Çapa'ya hasta ziyaretine gidiyordu; hayır inmedi. Midesinde problem vardı, içi kazındıkça birkaç tane ağzına atıveriyordu, ama paketi hiç açmamıştı. Doktorun verdiği diyeti uygulaması için karısı zorla eline tutuşturmuştu belki. Belki de karısı yoktu, zalim gelini ve oğluyla yaşıyordu, gelini ona az yemek verdiği için kendine bunlardan alıp karnını doyurmaya çalışıyordu. Ya da gelini onu o kadar önemsiyordu ki diyetine uysun diye o tutuşturmuştu eline, çünkü karısı yoktu. Evet artık inanmıştım karısının öldüğüne. Karısı öldüğünden, oğlu ve geliniyle birlikte yaşamaya başladığından beri böyle sert bi ifade oturmuştu suratına. Yalnız kaldığında pencereden bakıp güzel günleriyle bugünlerini kıyaslıyordu sürekli. Ama galetayı neden almıştı? Neden başka bir şey değil de galeta. Ananemi düşündüm, bu adamla evli olsaydı belki de anlaşırlardı dedim. Çünkü ananem de yatağının başında hep bir paket galeta bulundurur. Ne bu bee? diye sorduğumuzda da "Aman gece içim kazınıyo, karışmayın bana." der. Ama dışarda taşımak, hem de poşette bile değil. Böyle paketiyle. Neden?

Yol boyunca hiç açmadı paketi. Madem yanında taşıyorsun 50 dakika içinde hiç mi açmazsın? Açmalısın! Açmadı. Okulun oraya geldiğimde ayağa kalkıp düğmeye bastım, adamı şöyle iyice bi süzdüm, bakalım başka ayrıntı var mı diye. Çok üzülmüştüm ve ağlamıştım ilk oturduğunda, fotoğrafını da gözyaşlarımı siler gibi yaparak çekmiştim zaten. Gerçi adam dönüp bakmadı bile ya, neyse.

Fakültenin kapısından girerken hikayeyi iyice oturttum kafamda, çünkü oturtmasam huzurla güne devam edemeyecektim. Karısı öleli birkaç ay olan Amca lakaplı adam, oğlu ve gaddar geliniyle yaşamaya başlar. Kocası işten gelene kadar bütün gün Amca'ya yemek vermeyen gelin neyse ki düzgün bir erkek çocuğu doğurmuştur. Torun lakaplı çocuk dedesini çok sevmekte ve bu duruma çok üzülmektedir. Annesini babasına ne zaman şikayet edecek olsa annesinden dayak yiyen Torun, bu işe bir çare bulmak için düşünür. Harçlıklarını biriktirip gün içinde aç kalan dedesi Amca'ya her hafta bir paket galeta alır. Bu sistemi kısa bir süre devam ettirdikten sonra amca bir gün odasında Gelin lakaplı gelinine yakalanır. Gelin kızar, paketi Amca'nın elinden alır ve çöpe atar. Bu işi yapanın oğlu Torun olduğunu öğrenince onu da bi temiz döver. Amca ağlayarak eşyalarını toplamaya başlar. Bunu gören Gelin, "git nereye gideceksen, ayak bağı oluyorsun bana zaten." diyerek Amca'yı kovar. Amca o kadar üzülür ki eşyalarını bile almadan ağlayarak evden kaçar. Arkasından elinde bir paket açılmamış galetayla Torun koşar. Dedesine son kez sarılıp verir paketi. "Beni unutma Torun, seni seviyorum." der Amca Torun'a. Arkasında ağlayan Torun'u bırakan Amca, yıllardır Beyazıt'ta küçük bir dükkan işleten dost lakaplı adama gitmeye karar verir. O onu asla yarı yolda bırakmaz çünkü. Elinde açılmamış galeta paketi, yüzünde üzgün sert gururlu ifadeyle pencereden bakıp bunları düşünür...

Bu hikayeye göre mutlu son olasılığı yüzde elli. Mutlu olma olasılığımız zaten hep yüzde elli. Amca sonunda hepimizden biri olmuştu işte. Yollarımıza devam ettik. Umarım Dost iflas edip dükkanını kapamak zorunda kalmamıştır.

Related Posts with Thumbnails