Pages

23 Haziran 2010 Çarşamba

Senin Olma Şartlarım


Kıyamet teorileri düşünüyorum İstanbul için. Çok sıkıldım burdan yaa! Buraya ait olma zorunluluğu hissediyorum, bana ait bir sürü şey sunmuş olsa da karşılığında kendimi İstanbul'a veremiyorum ama. Anlaşalım. Ben kıyameti getirmeyip ruhumu buraya teslim edeyim, sen de içinde seçtiğim birkaç şey hariç her şeyi birden yok et. İnan ikimiz de mutlu olucaz.

Buraya ait ne var kalmasını istediğim?

Bi kere eşşek kadar Galata Kulesi ve Köprüsü var, onlar kalsın. Koca gırtlağından dalgalar da eksik olmasın, boğaz da bizim. Boğaz köprüsü kalsın, ama bazen görmek istemiyorum, görünmezlik kumandası olsun o yüzden. Gülo'nun bizi götürdüğü o orman içindeki park kalsın, adını unuttum, Kanlıca'da, heh işte o. Hisarlar kalsın, Dolmabahçe Sarayı kalsın, Kabataş'ta tek bir vapur kalsın, Kız Kulesi kalsın, balıkçılar kalsın, hatta Karaköy'deki balık pazarı da kalsın, buraya ait dostlarım kalsın, sevgilim kalsın, Çiçek pasajı ve çalgıcıları kalsın, Haydarpaşa İstasyonu da, ortada tek bi tane Tekel bayii kalsın, İstanbul Üniversitesi'nin ana kampüs kapısı kalsın ama girince Edebiyat binası olsun bi tek.

Düşündüm taşındım başka kalması gereken bi şey bulamadım. Geri kalanı yıkıyoruz İstanbul'cum, ve boşluk bırakmadan bu dediklerimi dizip küçük ve huzurlu şehrimizi kuruyoruz. Şehir sınırlarına kadar olan kısımları da mavi ve yeşile boyuyoruz, biraz da mor, kırmızı ve sarı katıyoruz; ama biraz. İşte bu kadar.

Ses yok, insan yok, balıktan ve meyvelerden başka yiyecek yok, rakıdan, şaraptan başka içecek yok. Sevgilime bi paket tükenmez sigara da alayım ordan.

Hah tamam, şimdi senin olabilirim.

22 Haziran 2010 Salı

Yeti'min Ayakları Taştan


Pedikür yaptırdığım gün, işte o gün diyeceğim ki, "evet, her şey gerçekten de değişebiliyormuş!"

Kocaman düz beyaz ayakların... Söz, görür görmez sıkıcam. Ne, sıkıcam mı? Evet sıkıcam, parmakla değil hem, avuçla. :) Sonra da beklicem ki kış gelsin de gerçekten tutabildiğim zamanlar olsun, ısıtayım. Isıtmayı beklicem. Ayaklarını.

Benim ayaklarım çok komik ve onlarla en uzun zamanımı az önce geçirdim. Gör bak, çok komik. Mac Donald's patates kutularına benziyor şimdi de. :)

21 Haziran 2010 Pazartesi

Bacaklarım Var ve Tatile Çıkmak İstiyorlar


Hayır, ağrım sızım yok, sıkıntım yok. Tek şikayetim kaşıntılarım; her yerimdeler. Geçmesinin tek çaresini de ben uyduruyorum. İstiyorum ki akıntıda ucuz, hafif ayaklarımı taşlara basayım. Torba'nın taşlarına. Ya da kemirilmiş çıkayım Didim sularından. Yanayım, yanayım ama uyuyayım.

Bana ait olmayan her şeyi istiyorum, bana ait olanları da vermeye hazırım. Çünkü sıkılabiliyoruz. Neden dönüşümlü kullanmayalım eşyalarımızı? Hadi! Yeni eldivenlerim(küçük elli kadınlardan), ya da yeni yüzüklerim olsun isterim (aynı kadınlardan).

Tatil bana hepsini verir. Bir çanta içinde hepsini taşıyabilirim. Taşıyamadıklarımı omzuma alırım. Sevgilimi bacaklarımın altına koyarım, çadırımı da kolumun altına. Çişi olan Simay'ın yaptığı gibi bacaklarımı kıstıra kıstıra yürümeye razıyım, ve ellerim dopdoluyken dilenmeye. Gözlerime bant yapıştırsam da karanlıkta ayırt etmeye razıyım İstanbul-dışı havayı, manzarayı.

Fazla umursamaz bir pipiriğim ben. Pipiriğim de çok çirkin bi harf yığını oldu, olsun. Ayaklarımda et bırakmasa da balıklar, yüzmeyi öğrenmeye hazırım. Çünkü hala bacaklarım var, ve ellerim, kocaman üçgen bakışları yaratacak.

Evet tatile gitmek istiyorum. Açım, kaşınıyorum.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Öpücükler Kondurdum Dondurma Yanaklarına


Öpmek eyleminin garipliği kafamda şimdi. Dudaklarını birinin dersine değdiriyorsun ve bundan zevk alıyorsun. Zevk almasan da hoşlanıp sırıtıyorsun işte; sonuçta iyi bi ruh haline bürünüyorsun saniyelik. Öpülen de farkındaysa ve öpen dudakların sahibine değer veriyorsa bu hoşuna gidiyor.

Uyuyorsa sırıtabiliyor yarı-bilinçsizce. Uyumuyorsa karşılığında o da diğerinin herhangi bir yerindeki deriyi öpebiliyor, ve zevk katlanarak çoğalmış oluyor. Öpmek, öpüşmek neden böyle önemli bir hal alıyor? Neden bazen sorulan zor sorulara cevap vermemek için kaçışı öpücükte buluyoruz? Konuşan dudakları susturmak için neden öpücüğü kullanıyoruz? Madem böylesine güzel bi duygu durumu getiriyor, neden daha az iyi amaçlarla kullanıyoruz bunu? İnsanız diye değil mi?

İnsan olmaktan bazen sıkılıyorum. Yaptığımız her şeye sebep gösterebiliyoruz insanlığımızı, varlığımızı. Annelik bile insanlıktan geliyor, dahası yok. Ölüm için yaşadığımız hayatımızda en azından karşılık beklemeden veya amaçsız yaklaşalım derilere birleşen dudaklarımızla; dokunduğumuz anda da o ince sesi çıkararak ayıralım dudaklarımızı. Öpmek olsun, güzel, zevkli olsun.

12 Haziran 2010 Cumartesi

TAKİP'teydim


Belki Gılgamış'tan Nuh'tan, belki Beowulf'tan, ya da -yakınlaşalım biraz- Sidarta'dan, Dorian Gray'den gördük, öğrendik insanın kendine yaptığı yolculukları. Her yerde, her zaman, herkes bize yapmamız gerekenin aslında bu olduğunu bir şekilde vurguladı sanat yolunu seçerek. Kimimiz uyandık, kimimiz dinlemedik bu sözleri, bu imgeleri görmedik.

Bu yolculukta çok duraklayanımız da var, almış başını gidenimiz de; ancak "kendi" öyle bir şeydir ki Godot'ya benzer, bir türlü gelmez, çözülmez sırrı. Ve aynı zamanda "kendi" öyle bir şeydir ki, asla ararken yorulmazsınız, asla tam bir 2x2 4 eder gibi bir cevabı alamayacağınızı bilseniz de öyle renklidir, öyle çekicidir ki asla sormaktan vazgeçemezsiniz.

Bugün Tiyatro Artı sayesinde çok güzel bir deneyim yaşadım. Kendime yaptığım uzun yolculuğun bir kısmına eşlik ettiler, ve bu yolculuğu çok güzel özetlediler, sadece benim için hem de. Sorduğum soruların hiçbirinin cevabını yine alamadım, ama sorduğum soruları yolda karşılaştığım insanlardan duymak bile tatmin ediciydi. İçimin hikayelerinin başka isimler altında başka ağızlardan anlatılması, aldığım, aslında hep benim olan hediyeler, yol boyunca siyah bir yalnızlık.

Bir oyundan çıktığımda ya oyuncuları, ya kurguyu, ya seyircilerin tutumunu eleştiririm. Bu öyle bir oyun ki, bittiğinde kendinizi eleştiriyorsunuz. Sırtını size dönmüş bir "siz"le yola devam ediyorsunuz, yalnız. Oyunun sürdüğü 55 dakika boyunca da yalnızsınız aslında, şimdi de yalnızsınız, bunu okuyorsanız zaten yalnızsınız. Otursanız da, uyusanız da, bir partide çılgınlar gibi eğlenseniz de, 30 kişi bir otobüsün arka tarafında sıkış sıkış ayakta dursanız da yalnızsınız. "Takım ruhu" gerektiren işler yapıyorsanız da yalnızsınız, tek başınıza tesbih çekiyorsanız da.

Hepimiz yalnızız, tanrı yok, sevgililer yok, arkadaşlar yok, anne-baba yok, kardeş yok. Kendi tanrımızız, kendi ailemiz ve kendi çevremiziz. Ne durumda olursak olalım yürüyoruz. Yürümeliyiz yani. Arkamıza bakmadan demiyorum, ne olursa olsun yürümeliyiz, isteyen geri geri gitsin, önü geçmişi olsun; ama gitsin, hareket etsin. O yolculuğa çıksın herkes; ya da daha doğrusu o yolculukta olduğunu anlasın herkes.

Kendi içime yaptığım yolculuğun bir kısmında beni gerçekten yürüten ve böylece yolculukta hissettiren, daha önce yürüdüğüm birçok yolu bana yine öğreten Siyah başta olmak üzere Tiyatro Artı'nın tüm ekibine teşekkür ediyorum.

Gelecekten umutsuz olmaya başladığım zamanlarda dünyaya yaratmak için gelen böyle insanları gördükçe nasıl seviniyorum bilemezsiniz.

Bozuk Saate Doğru Olduğu Zamanlarda Bakacak Kadar Şanslı Bi İnsanım


Öf valla yaşlanmışım be. Bir zamanların köhne Arka Sokak'ı şimdi çılgın bi sokak diskosuna dönüştü. İnsanlar masalarında oturamaz oldular. Müzik günden güne daha da gürültülü. Oysa sabahları seviyorum çalan müzikleri burada. Norah Jones'a kadar yavaşlatıyorlar. Ama şimdi çıldırmış durumdalar. Çok gereksiz geliyo artık dışardaki hayat. Gençler genç değil, herkes kör, herkes sağır herkes dilsiz. İçiyorlar ve hareket ediyorlar. Günah anacım, ziyanlık. Neyse...

Bu evdeki bi anım geldi aklıma. İlk kaldığım gecenin sabahında(yani biraz akşama doğruydu aslında) Mr. Big'in Shine şarkısıyla uyanmıştım birden. O kadar neşe doldum ki. Sonra Simge'nin uyanmasını beklerken nete girdiğimde Buket Hoca'nın Last Fm'den sanırım Mr. Big dinlememe yazdığı yorumu görmüştüm. Heyecanlanmıştım, şaşırmıştım hemen. Çünkü benim için tesadüf yoktur, kader yoktur, heyecan vardır. Neyse, çok garip ve nar kokulu bi sabahtı.

Bu sabah evimizi parçaladım, aklıma geldikçe ölüyorum üzüntüden. Sinirlerime hakim olamıyorum artık. Yapmış buluverdim kendimi. Ve yine sembolik anlamlar yükledim o evi parçalamama. Dağın yamacında neredeyse havaya asılı duracak o ahşap ev hayalimi de parçaladım diye düşündüm. Evet o andan beri artık hayalini kuramadığımı fark ettim. Bundan böyle kuramam da, yıktığım gelir sürekli aklıma. Bakalım daha neleri yıkıcam, yakıcam bu hallerimle.

Düzelme umuduma tutunuyorum. Anlaşılma, dinlenme umuduma. Çünkü daha önce oluyordu, şimdi niye olmasın. Kötüleşmedim ki ben o kadar. Sevilmemeyi hak etmek düşüncesi... Eyvah!

Ne biçim oyuncağıyız egomuzun. Ne biçim üzüyor bizi sevilmeme düşüncesi, istenmeme düşüncesi. Ve de bile bile. Aslında söylenecek tek şey var: Beğenmeyen yemesin.

Dudaklarımı kullanasım var, öpüyorum seni sevgilimin hayali arkadaşı Hüseyin. Çok gürültü var, nasıl etsek de uyusak huzurla?

9 Haziran 2010 Çarşamba

Regl Dönemindeki Kadına Dinletilen Blues Müziğin Afrodizyak Etkisi



Blogumun ismine layık yaşıyorum bi süredir, direniyorum. Akıyorum, eriyorum; yine de dondurmaya çalışıyorum eriyen parçaları toparlayıp. Aynı şekli alamıyorum hiçbirinde ama olsun, en azından uğraşıyorum. Ağlamamak için mücadelem, ağlamam da ağlamamak için.

Gülelim istiyorum hep. Sulara, bulutlara tutacak kadar yakın olalım; üşüyeceksek de bi amacı olsun. Sonra içinde olduğumuz şu yarıştan kurtulalım; bakalım kim daha mutlu oluyor fesatlığından sıyrılalım.

Sinirlerim çok bozuk, farkındayım. Karın kaslarım öğretiyor her an bana bunu, yeniden ve yeniden. İlaç mı, konuşmak mı çözümü? Önemsiyorum artık. Çünkü tek varlığım aklım, kaybedersem çok utanırım kendimden. Elimde onu da tutamazsam bana yazık olur. Delirdim demiyorum, ben kalıtsal deliyim zaten. Ellerime tırnaklarımı geçirmiş bulmak istemiyorum kendimi. Kafamda kurmak istemiyorum her şeyi. Birini bir şeyle suçluyorsam, evet bu benim kuruntumdandır, çünkü insanlar benimle konuşmuyorlar. Ama biri de karşıma geçip "beni bununla suçlayamazsın, çünkü..." diyemiyor. Sonra zaten iplerini yavaş yavaş salıverdiğim aklım, kurduğunun doğru olduğunu sanıyor. Aman işte tamam deliyim, uğraşmasın kimse.

Bugün kendim için çok güzel bi şey yaptım. Ama Gülay'a ve Barış'a yüz yüze anlatmadan yazamam hiçbir yere. Gerçi heves kalmadı ama neyse, ben toparlarım yine. Bi insanı gülümsettiğime eminim, ve bunu görmeden yaptım, yani gülümsediğini görmedim ama gülümsediğinden eminim; çok güzel ya. Alaylı bi gülümseme de olabilir bu, gerçekten amacıma ulaştıracak şekilde bir gülümseme de olabilir, ama sonuçta gülümseme gülümsemedir işte.

3 Haziran 2010 Perşembe

Lütfen Evde Deneyiniz



Gece uyurken bu sabah kalkıp yazmam gereken şeyleri düşündüm. Çünkü gece yaptığım şey insanlık için büyük bir adım aslında. Bütün gün diş ağrısı çektim hafif hafif. İlaç da içtim ama sızlaması hiç geçmedi. Neyse günü bi şekilde atlattıktan sonra ağrıyı nasıl unuturum diye egzersizler yaptım uyumaya çalıştığım sırada. Önce başka bir şeyler düşünmeyi denedim. Bu çişimi tutmam gerektiği zamanlarda işime yarıyor aslında ama bunda yaramadı. Sonra "benim dişim yok ki" demeye başladım; bu da annemin yöntemidir. O da çişini tutması gerektiği zamanlarda "benim sidik torbam yok ki" der sürekli. Neyse o da işe yaramadı, çünkü zonklamaya devam ediyordu her diş dediğimde. Ben de ağrının üstüne gitmeye karar verdim o yüzden.

Dün gece hayatımda ilk kez düşüncelerimi fiziksel olarak hareket ettirdim yani. Sol üst dişim sorunlu olan. Önce "dişim ağrıyor" düşüncesini dilimle alıp sol üst köşeye yavaşça kaydırdım. Sonra orada biraz kararmasını bekledim, kararıp yoğunlaşınca da dişlerimin arasından dışarı gönderdim, yine dilimle. Düşündükçe, ve düşündüklerimle dişime baskı yaptıkça, düşüncelerimi dişimde karartıp yoğunlaştırdıkça daha iyi hissettim. Ağrım tam olarak geçmedi, ama kendimi sıkmaktan vazgeçip uyuyana kadar dilimi dolandırdım ağzımda ve ağrıyı daha az hissetmeye başladım.

Bunu yapabilmek çok hoşuma gitti. Soyut bir şeyleri dilinde, dişinde, ağzında ve sonunda dudaklarında hissedebilmek özel ve güzel diye düşünüyorum. Dişimin ağrısı tabii ki düşünceyle geçecek, ama düşüncelerimi hissettirdim ona, gücümü gösterdim ve onu korkuttum. Hem de çok konsantre olmayı gerektirmedi.

Ve bunu yaptığımı söylemedim o anda, çünkü söyleseydim buraya yazmaya utanırdım. İçime attım ve sinsice güldüm. Şimdi dişim yine ağrıyor. Bi şeyler yiyip ilaç içsem iyi olacak. :)

Related Posts with Thumbnails