Pages

24 Ekim 2014 Cuma

Unutmak Olmasa Hatırlamanın Ne Kıymeti Var



Öncelikle zahmet olmazsa şu şarkıyı bi' açıver.

Hatırlamanın tüm aşamaları bu şarkıda gerçekten. Önce yalnızca hatırlıyorsun. Zihnin, olanları yeniden canlandırmaya başlıyor. Gözlerinin önünde sakince izliyorsun. Sonra her hatırlamak gibi bu hatırlama da sana batıyor. Bağırıyorsun; içinden ama. Çünkü duyurmaya gerek yok. Çünkü anlaşılsın istemiyorsun. İnsanlar seni ağlarken hatırlasın istemiyorsun. Bağırmalarına hep bir mazeret bulmak istiyorsun. Bağırdım bağırmasına da, diyorsun; evet bağırdım, ama... diyorsun. Bu seferki öyle değil. İnsan içinden acı içinde bağırdığında, bedeninin içindeki kanallara doğru ağladığında ne mazeret ne sebep göstermek zorunda kalıyor. Kendinle başbaşa olduğunda hatırlamak işte böyle koyuyor. Gözlerinin önündekinin geçmişe ait bir perde olduğunu anladığında gene sakinleşiyorsun. Bağırıp çağırıp, ağlayıp zırlayıp o başladığın noktaya, hatırlamaya geri dönüyorsun. Hatırlamak, içinde acı birkaç saniye taşısa da işte her zaman bu şarkı kadar görkemli geliyor. Sen anlamasan da yükseliyorsun. Şimdi aşağı bakabilirsin ama, geçti. Bitti.

Not: Balmorhea, önümüzdeki ay Salon'a geliyor; gidelim mi?

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Puf Diye Beliren Renkler ve Gümüşler

Marquez okumaya başladıktan sonra yazarken beni neyin mutlu edeceğine tam olarak karar verdim. Marquez'i Beckett'i ve Camus'yü masaya oturtup onlardan epey şey yürüteceğimi söyledim ve bi' novella planladık beraber.

Her gün aynı kitabı okuyup, gözleri kanayana kadar ağlayan, dökülen her göz yaşı gümüşe dönüşen, her düşüncesinin sonuna soru işareti ekleyen, her şeyden nefret eden ve nefretin ne olduğunu anlamayan, uzun yıllar boyunca hiç konuşmamış, kahverengi bir karakter yarattım; onu, sepya bir mekana, tanrının uyku düzenine göre şekillenen bir zamana saldım. Onu yazdıkça içim çürüdü, yazdıklarımın insanlıktan çıktığı anlarda korkudan dosyayı kapatıp durdum. Karanlığı ve mükemmelliği beni içine çektikçe, bu karakterin esiri oldum. Rüyalarımda, adımlarımda, duşta, işte, doğum günümde bile hep peşimde durdu. Sessiz ama sert bir kambur oldu bana.

Korktum, tamamlayamadım. Tamamlayabilir miyim, bilmiyorum. Dosyayı bulamamak için isimsiz kaydettim, o günden beri sadece deftere öykü yazabiliyorum. Bilgisayar ekranından o çıkacakmış gibi geliyor, elimi hangi öyküye uzatsam beni gümüş göz yaşlarıyla boğup, donduracakmış gibi geliyor, görkeminden o kadar korkuyorum ki...

Eğer bu novellayı tamamlayabilseydim adı ne olurdu bilmiyorum; ama şarkısı ve klibi şu aşağıdaki olacaktı. O yüzden bu şarkıyı ne zaman dinlesem, ölmeden önce yapmam gereken bi' şey olduğunu hatırlayıp dehşete kapılıyor, hayata bağlanıyorum. Biraz salağım, n'apayım?

21 Mart 2014 Cuma

İçin Nasıl Rahat Edecekse

Sence ideallerinin peşinde koşabileceğin bir ülkede mi yaşıyoruz? Sence büyük bir kalabalığa karışmadan, tek başına ya da küçük bir toplulukla sesini duyurabileceğin bir ülkede mi yaşıyoruz? Dünyayla, siyasetle, özgürlükle ilgili çok güzel düşüncelerin olduğunu anlayabiliyorum; benim de var; hepimizin hayalleri var. Ancak yaşadığın ülkeye şöyle biraz yüksel de uzaktan bak. Özgürlüğün, adaletin, siyasetin, hayallerin kelime anlamlarının nasıl değiştirildiğini biraz gör.

En fazla %5 oy alacak bir adayın küçük destekçi grubunda olup ideallerinin peşinden koştuğunu zannederken, güç şımarığı olmuş kişilerin, çocuklarımızı acımazısca öldürmesine seyirci kalarak için rahat edebilecek mi? Bundan sonra ne yaparsan yap; ama bugün Gezi'deki gibi tek amaca yönelmemiz gerekiyor. Tepemizden def etmemiz gereken ağzından salyalar saçan bir adam var. Yıldım sularından!


O yüzden ben de diyorum ki; en güçlü olana #basgeç! Yetti.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Üç Kuşak Ruh Hastasıyız


Ben manik depresif bir aileden geliyorum. Genlerimi olduğu gibi anne tarafımdan aldığım için "aile" derken anne tarafından bahsediyorum. Babam ve o yandan akrabalarım üstüne alınmasın.

Bizim ev her zaman uç noktalarda gezinir. Toplaşıp yemek yediğimizde balkondan kahkahalar taşar; ancak on dakika sonra bağrış gürültü herkesin evlerine dağıldığı da olur. Biz hem alıngan, hem umursamaz, hem eğlenceli, hem de mutsuz insanlarız. Kendimizle de, dünyayla da bir türlü yıldızımız barışmadı; ancak ne kendimizin ne de dünyanın peşini bıraktık.

Anne ve babamı özlediğimde günlerce ağlarım; ancak eve gidince ikinci gün kavgalar başlar ve bir an önce İstanbul'a dönmek isterim. Döner dönmez, gene pişmanlıktan ve özlemden ağlamaya başlarım. Annemle telefonda konuşurken sokakları kahkahalarımla çınlatabilirim. Ancak tek bir lafından alınıp böğür böğür ağlamaya da başlayabilirim. O da aynen öyle.

Benim bildiğim kadarıyla biz üç kuşaktır böyleyiz. Kötü, fesat bir insanın düzeleceğine inanmayız, onu ancak ölümün paklayacağını düşünürüz. Kimseye karşı kötü düşünce beslemeyiz ama bir insan kendine ve etrafındakilere zarar veriyorsa ölümü hak ettiğini düşünürüz. Evet, çok yanlış; bunun nereden başladığını bilmiyorum. Tek bildiğim küçüklüğümden beri duyduğum şu söz: "E madem öyle, ölsüün..."

Ölümle gerçek tanışmamız dedemle oldu. Dedemi henüz elli sekiz yaşındayken kaybettik. Küçük yaşta olduğumdan benim için ölüm, annemin düştüğü o korkunç durumdan ibaretti. Sabah uyanıp ağlamaya başlıyor, gece uykuya dalana kadar ağlıyordu. Dili tutulmuş, yüksek tansiyon hastası olmuştu. Üzerinden on beş yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen; "çok sevdiğin biri ölünce hayat nasıl devam edebilir ya," diye sorduğumda annemin cevabı hâlâ; "etmiyor ki" oluyor.

Biz, ölümü o kadar da iyi tanımamamıza rağmen hep ölüm odaklı yaşıyoruz. Telefonda annem babaannemin kalp krizi geçirdiğini söylediğinde; "öldü di mi?" diyorum. Biri bana "ben kanserdim," dediğinde; "hay allah nasıl ölmedi ki, yok yok, yakında ölür," diyorum içimden. Biz hastalıkları isimlerine göre değerlendirip ölümle bağdaştırmayı çok seviyoruz. Kanser, aids, verem ya da bu yeni duyduğumuz skleroderma... Bunların hepsi eşittir ölüm! Grip, nezle, tansiyon, şeker... Bunların hepsi eşittir olur öyle şeyler. Televizyonda, internette bangır bangır gripten ölen yüzlerce insan anlatılıyor, kanser çeşitlerine geliştirilen tedaviler anlatılıyor. Biz hâlâ kafamıza yer eden korkunç kelimelere göre değerlendiriyoruz ölümü. Tanrılar, ne kadar kara cahiliz!

Biz, hasta olmadan önce öğrendiğimiz hastalık isimleri doktor raporlarında bizim adımızın altına yazıldığında telaşa kapılıp hemen tabii ki öleceğimizi düşünüyoruz. Her ateşlenip kustuğunda herkesle vedalaşan, geceyi çıkaramayacağını düşünen, kendi cenazesini kafasında canlandırıp saatlerce ağlamış biri olarak en az üç kuşaktır süren bu salaklığımıza bi' son vermek istiyorum. Öyle, içimi dökesim geldi; rahatladım.

Örnek bir telefon görüşmesiyle bitirmek istiyorum;

Anneannem: (nefes nefese) Simay! Çok kötü bi' şey oldu!
Simay: Noldu noldu noldu!
Anneannem: Ama çok kötü yani.
Simay: Noldu söylesene!
Anneannem: (ağlamaklı) Ben napıcam, bilmiyorum.
Simay: Anneanne allah aşkına noldu, bak yere oturdum, noldu, birine bi şey mi oldu?
Anneannem: Annen!
Simay: NOLDU YA?
Anneannen: Annen çok kötü!
Simay: (öldü herhalde, diye düşünerek) Nerede annem?
Anneannem: Annen diyeti bırakacakmış. Çok üzülüyorum.

31 Ocak 2014 Cuma

Tek Ayak Üstünde Dururken Ben...


Arkadaşlıkla ilgili görüşlerim ve kurallarım iyice şekillendi. Bu konuda her zaman biraz acımasız olmuşumdur zaten. O yüzden etrafımda "he" dememi bekleyen, başıma bir iş geldiğinde ya da çok mutlu olduğumda yanıma koşacak onlarca insan yok.

Ben kendini anlatan insanları sevmiyorum. Kendini arkadaşlarına anlatan insanları hiç. Hiçbir şeyden şikayetçi olmayan insanlardan korkuyorum. Sağda solda mutluluk tablosu çizenlerden, sorunsuz ve huzurlu olduğunu göze sokanlardan da. Biraz benim karanlık bi' dünyam olduğu için belki; ama ben mutsuz, sorunlu, ağlayan insanları daha çok seviyorum. Çünkü biliyorum ki aklı olan herkes zaten mutsuz, en azından mertçe içini döken insanları seviyorum işte.

Konserine kaç kişinin geldiğinden, yaptığı işten ne kadar prim aldığından, sonunda doğru insanla karşılaştığı için ne kadar düzgün bir ilişkisi olduğundan, babasının yazlık bahçesine kondurduğu çardaktan, geçen gün yeni taktırdığı jantlarından, bir haftada kaç kitap okuduğundan, Mango'daki elbiseleri beğenmeyişinden, son altı ayda kaç kızla "çıktığından" başka bir muhabbeti olmayan, içi bir şeyler için yanmayan, yandığını saklayan insanlardan uzak durmak en büyük hakkım. Şu yazdığım ve yazmadığım muhabbetlerin hepsinde bir hesap var; ve aileler bile arkadaşlıklardan daha fazla hesap kitap kaldırabilir bence.

Başarlarını ve başarısızlıklarını görmeyi bence arkadaşlarına bırak. Bırak da "sen ne kadar çok kitap okuyorsun," desinler; bırak da "siz de Ahmet'le ne kadar yakıştınız birbirinize, ne güzel," desinler; bırak da senin kalçaların geniş, o eteği giymeseydin," falan desinler ya. Eğer kontrolü hep kendinde tutacaksan arkadaş senin için başarılarını çerçeveleyip üzerine çaktığın bir duvar mı olacak? Arkadaş, içine başarını, mutluluğunu kustuğun bir klozet mi olacak? Madem arkadaş kullanmak için var; o zaman dünyaya, sisteme, sevgiline, çocuğuna, kendine duyduğun nefreti, siniri, bulantıyı atmak için kullan onu.

Ailene sakla bu başarı, huzur, keyif listelerini. Anneni arayıp "kocamla çok mutluyuz," de bak, nasıl mutlu olacak. Bayramlarda toplaştığınızda tüm ailene o sene aldığın primi anlat. Hepsi senin için ne kadar sevinecekler. Babana "bu maaşla geçinemiyorum ben" de bakalım, adamın gözüne uyku girecek mi aylarca, elinden hiçbir şey gelmiyorsa hele! Ailesiyle bu samimiyeti yakalayamayanların arkadaşlarına sardığını düşünüyorum işte.

Ben senin arkadaşınsam, bırak da mutluluklarını ben keşfedip senin için sevineyim, "amma gösteriş budalası" deyip seni bi' tık aşağı almayayım kafamda. Bana yapamadıklarından, içini yiyen şeylerden bahset ki, ben de arkadaş olmanın keyfine varayım seni, gerçeğini dinlerken. Bırak, yardım edeyim, birlikte olalım. Kaç kişi var birlikte olduğun, saysana bana?

Bilmiyorum be! O zaman kimse benimle konuşmasın, samimiyetsizliğiyle beni daraltmasın ya! Aman...

24 Ocak 2014 Cuma

Rüya Kulağı

Gülümseyerek uyuduğum zamanları biliyorum; ama kahkaha atarak uyandığım anlar nadirdir. Dün gece 22:17'de yatağa girip 22:30'da kahkaha atarak uyanıp şu notu yazmışım telefonuma:

Gerçekte neler olmuştu? 
Birkaç gündür bir öyküde öldürmeye çalıştığım, ama bir türlü öldüremediğim, kıyamadığım ihtiyar bir adam var. Adamın hareketleri, lafları, bir damla teri bile beni öyle etkisi altına aldı ki acaba bu adam için bir öykü dosyası mı hazırlasam, diye bile düşünüyordum. Dün akşam dişlerimi sıkıp adamı suratından öldürdüm. Ertesi gün onu iki boyutlu hale gelinceye kadar ezmeyi planlayıp defteri kapattım. Benim için büyük bir yükten kurtuldum aslında. Çünkü adamı sırf öldürmek için yaratmaktan dolayı huzursuzum. Hak edip etmediğini tartmaya çalışıyorum. Neyse, bunlar benim saçma kurgu hayatımda yaşadığım boktan anlar. Sonunda öldü ve rahatladım, diye düşündüm.

Rüyada neler olmuştu?
Uykuya dalıp rüyaya başlamam ve rüyayı bitirmem on üç dakikamı almış, bu biraz korkunç. Neyse... Rüyamda kalabalık bir yerdeydim. Gerçekte yarattığım ihtiyar karakter, rüyamda beni bu kalabalık içinde buldu ve bana doğru yaklaşırken herkese bağırmaya başladı: "Bu kız beni öldürmeye çalışıyor. Duydunuz mu? Beni öldürecekmiş, peh!" Sonra suratını suratımın dibine kadar getirdi ve; "Dur dur, rüya kulağına söylemiyim şimdi unutursun, uyuyan kulağına söyliyim," diyerek o anda uyuyan Simay'ın kulağına eğilip; "Sen beni öldüreceğini mi sandın?" diye bağırdı. Bu bağırma gerçekti, çünkü rüyadaki kulağımla değil, gerçek kulağımla duydum. Hatta biri kulağına yaklaşıp bir şey fısıldadığında kulağın ürperir ya, işte öyle huylandı kulağım ve bu yüzden gıdıklanıp kahkaha atarak uyandım.

Saçma paralel yaşamlarımla rahatsızlık verdiysem kusura bakma.

16 Ocak 2014 Perşembe

Işıkmış, Ölümmüş, Midedeki Asitmiş


Bir yakınını kaybetmiş birini gördüm. Birilerini kaybetmiş bir sürü insan gördüm aslında. Birini, varlığıyla beni her an silkeleyip, ölümüyle cıva dolu bir kazana atıp kapağını kapatacak birini henüz kaybetmedim. Buna hazır da değilim. Ölüme hazır olmayı hiçbir zaman da anlayamayacağım. Mümkünmüş gibi, kendini hazırlasan iyi olur, diyenlerin yüzüne ekşi ekşi bakmaya devam edeceğim.

Kötü sonlu masal şuymuş;

Hepimizin genlerinde anne ve babamızdan gelen küçük bir ışık varmış. Bu ıslak ışık doğduğumuz anda gözlerimizin bir köşesine yerleşirmiş. Aslında aile bağı denen şey bu varlığını çoğunlukla hissedemediğimiz ışıkmış; hem bu küçük bir gözyaşıymış. Bu aile bağı içindeki biri hiçbir şeyini almadan mezar denilen deliğe girerken geride kalanların gözünden bu ışığı söküp alırmış. Gözümüzden binlerce damla arasından bu damla da kayıp gidermiş ve gidenin ayak bileğine bağlı bir şekilde toprağa karışıp kururmuş. O kadar çok ağlarmışız ki, damlaları ayırt edemezmişiz, gittiğini görmezmişiz. Işık, gidende kalırmış. Gidenleri kupkuru gözlerimizde ışık içinde canlandırmamız da bundanmış.

Ben bu ışığın sönüşünü gördüm birinin gözlerinde. Ölümün getirdiği o yutkunamama hissini gözle gördüm. "Canım yanıyor, tarifsiz bi' acı bu; bir parçamı alıp da gitti sanki," dediğinde o insanın ışığının çalındığını, ya da işte geri alındığını gördüm. Daha önce fark edemediğim o ışığı, sönüp gittiğinde anlayabildim. Mat renkli bir çift göz gördüm ve gerisine dayanamadım. Bir daha bakamadım. Bakabilecek kadar güçlü değilim. Çünkü ölümün, yakınımda ya da uzakta, bende yarattığı tek his korku ve hep öyle olacak. Ölüm karşısında yaptığım ve yapabileceğim tek şey gözlerimi sonuna kadar açıp dehşete düşmek olacak.

10 Ocak 2014 Cuma

Cinsiyetini Sadece Sevişirken Hatırlaman Dileğiyle


Kadın olmaktan çok sıkıldım, insan olmak istiyorum!

Tek eksiği küçük bir çük olan kadın cinsiyle ne alıp veremediği var bu dünyanın? Tüm dünyanın? Bunu soracak durumda olmak bile benim içimi deşiyor. Kadın şöyle giyinmeli, kafasının şu kadarını örtmeli, bacaklarını göstermemeli, kendini teşhir etmemeli... Çok acımasızca değil mi? Her yaptığıyla bir kesimi tahrik edebilecek olan kadınları tahrik eden erkekler de yok mu? Kokusuyla, ense tıraşıyla, kıçını belli eden dar pantolonuyla... Bir ailenin de oğlunu giyimi kuşamı konusunda uyardığını görmedim, bir kişinin de erkek sevgilisini çok çekici diye eleştirdiğini ya da kıskandığını görmedim.

Partilerin kadın kolları var mesela. Kadın kolu nedir? Bu ne biçim bi' küçümsemedir. Erkek kolları neden yoktur? Biz erkekler ciddi siyaset yaparken siz de bu odada kardeş kardeş oynayın işte, der gibi bir lütuf mudur bu kadın kolları zırvası? Şişli Belediye'sinin kadın çalışmaları yöneticisiyle yazışırken anladım bunun ne kadar zalimce olduğunu. Kadın, daha öncesinde çok çaresizmiş gibi belediyenin kadınlara sunduğu imkanlardan bahsetti bana. İyi de bunlar söz konusu olmamalı zaten, kadınları çalışmaya, üretmeye sevk etmek için böyle parlak hediye paketlerinde sunulmamalı imkanlar.

Kadın haklarını koruma zırvaları... Siz böyle kurumlar kurarsanız bu toplum tabii ki kadın hakkı diye bir kavrama alışacaktır. Oysaki kadın hakkı diye bir şey olmamalı bence. İnsanların dünya üzerinde, toplum içinde yaşarken zaten belli hakları var. Neden ötekileştirmeye gidiyorsun da; "aa kadın haklarını ayrı korumalıyız, çok hassas," diyerek aslında yüceltmek istediğin kadınlığı yerin dibine sokuyorsun?

Kadına şiddet var sonra. Yıllardır artık erkeğe yapılan kötü muamelelerin de gazetelerde ERKEĞE ŞİDDET başlığı altında yazılması gerektiğini savunuyorum. Kadına şiddet diye bir kavram yaratmasaydınız kadına şiddet bu kadar artar mıydı? Bunun kötü bir şey olduğunu bas bas bağırmasaydınız yapmak belki de kimsenin aklına gelmezdi. Bu haberleri "insanlık ayıbı" olarak sunsaydınız belki kötü insanları erkekliğiyle gururlandırmaz da insanlığından utandırırdınız, eh?

Feminizm... Maskülenizm diye bir kavram olduğunu, var mı ki acaba, diye merak edip araştırdığımda az önce öğrendim. Genelde anti-feminizm olarak değerlendirilen bu olguyu neden bilmiyoruz, neden tartışmıyoruz? Neden maskülenizm savunucuları televizyon programlarına çıkmıyor, kitaplar yazmıyorlar mavi(!) kapaklı? Feminizmin kadın cinsiyetini hali hazırda aşağıda görüp olması gereken yere yükseltme çabasından ibaret olduğunu düşünüyorum. Kadın-erkek eşitliği isteyen feministlerin özellikle.

Cinsiyetlerle derdiniz ne? Bunları bir kadınım diye yazmıyorum, bir erkeğim diye de yazmıyorum. Ben insan olmak istiyorum. Anketlerde kadınların yüzde bilmem kaçı şöyle erkeklerin yüzde bilmem kaçı böyle düşünüyor, gibi sonuçlar okumak istemiyorum. Kafamı, kıçımı nerede ne kadar açmam ya da kapatmam gerektiğinin söylenmesini istemiyorum. Çükümün olmadığını adım başı hissetmek istemiyorum. Kendimi bir ayıp gibi, günah gibi görmek istemiyorum

Hani hepimiz ruhtuk, enerjiydik özümüzde? N'oldu, birden n'oldu da kadın olduk, erkek olduk, insanlığımızı, o rengarenk enerjimizi unuttuk? Pardon da, süper ruhlar olmak için ölmeyi bekleyecek kadar gerzek miyiz biz ya?

Related Posts with Thumbnails