Pages

18 Aralık 2013 Çarşamba

Sonra Bana 'Zaman Yaratılabilen Bir Şeydir' Demeler

Sevdiğimiz insanlar bizi beş dakika bekletse çıldırıyoruz. 'Buna güven olmaz işte'ler, 'amma zaman kaybettik ha'lar, 'dondum'lar, 'piştim'ler, 'ıslandım'lar...

Dün yağmur altında tam bir saat otobüs bekledikten sonra küçük bir hesap yaptım. Bu soktuğumun otobüsünü her gün sadece on iki dakika beklesem, ki çoğu zaman çok daha fazla oluyor, haftada bir saatim sadece otobüs bekleyerek geçiyor. Ayda dört saatim ve yılda kırk sekiz saatim gidiyor. Bir yılda bana kaybettirdiği iki kocaman gün. Hiç uyumadan kırk sekiz saat geçirmişsindir, ne kadar da uzun aslında, değil mi? Üstelik bu iki gün boyunca ha geldi, ha gelecek, diye gözümü yoldan ayırmıyorum. Ne kitap okuyabiliyorum, ne oyun oynayabiliyorum. Ne soğuktan ne sıcaktan, ne rüzgârdan ne de kardan kaçıp bir yerlere sığınabiliyorum. Yazık değil mi?

Zaman bu kadar değerliyken bizi hiçe sayan sokuk sistemlere bu kadar sessiz boyun eğişimiz ne kadar ziyanlık değil mi? Her akşam kendime ayırabileceğim en az bir saat var, diye düşünüp bu saati kaldırımda boyun uzatarak geçirmek ne kadar "çirkin", değil mi? İçimde gürül gürül akan lavlar bir gün beni kanser ettiğinde mi hesap sorabileceğim peki?

Sokayım!


6 Kasım 2013 Çarşamba

Tanrıcılıksa Tanrıcılık Oynuyorum


Küçüklüğümden beri -belki- yaşamı katlanılabilir hale getirmek ya da dünyayı birkaç saniyeliğine etrafımda döndürmek için yarattığım ve üzerime yapışan takıntılarım beni hasta etmiş olabilir. Bu hastalıktan ve olduğum kişiden kurtulmaya pek niyetim yok. Yeri geldiğinde hepinizi tek tek elleyeceğimi de bilgilerinize sunarım. Yakşamlar.

27 Ağustos 2013 Salı

Deymeyen*

Yerdeki kocaman yatağın üstüne yatıp "all through the day, i me mine i me mine i me mine, all through the night, i me mine i me mine i me mine" diye şarkı söylerdim. Kendimi, omuzlarımı düşünüp bunlardan daha önemli bir şey olamaz diyerek sımsıkı sarılır, yuvarlanarak şarkıma devam ederdim. Şimdiyse kendime değer biçmeye çalışmakla yoruluyorum. Değerli olduğumu ancak bir başkası hissettirebiliyor bana. Kendimi, omuzlarımı düşünüyorum ve hiçbir şeye değmeyeceğini, değmeyeceğimi anlıyorum. Sen anlamıyorsun, bu tamamen benimle ilgili bir şey. Ne yazık
ki...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Oyun mu Sonu?

Geçen senelerden birinde Haliç Üniversitesi'nde en çok sevdiğim oyunlardan birini, Oyun Sonu'nu izlemeye gitmiştim. Okurken çoğu zaman dudaklarımı büzüştüren ya da beni ağlatan bir oyun olduğu için de biraz heveslenmiştim insanların izleyecek olmasına. Sonra tiyatro-eşittir-komedi beyinli insanlar her lafa gülmeye başladılar. Benim zavallı karakterlerim varoluş savaşı verirken onlar yanlarındakilerin dizlerine vura vura, kafalarını koltuklara göme göme güldüler. Hayır, Türkçe'sini de okudum, gene komik değildi. Oyuncular vasattı, oyun güzel oynanmıyordu; gene de komik değildi işte.

Oyun Sonu'na gülünmezdi, güldüler. Ben hem çok kötü ezberlenmiş sözlere hem de gülmeye kurulmuş bu robot izleyicinin yavşaklığına ağladım durdum o akşam. Bir daha asla çok sevdiğim oyunları izlemeyeceğim, deyip eve gittim.

Mesela şuraya gülebilir misin?

One day you'll be blind like me. You'll be sitting here, a speck in the void, in the dark, forever, like me.(Pause.)One day you'll say to yourself, I'm tired, I'll sit down, and you'll go and sit down. Then you'll say, I'm hungry, I'll get up and get something to eat. But you won't get up. You'll say, I shouldn't have sat down, but since I have I'll sit on a little longer, then I'll get up and get something to eat. But you won't get up and you won't get anything to eat.(Pause.)You'll look at the wall a while, then you'll say, I'll close my eyes, perhaps have a little sleep, after that I'll feel better, and you'll close them. And when you open them again there'll be no wall any more.(Pause.)Infinite emptiness will be all around you, all the resurrected dead of all the ages wouldn't fill it, and there you'll be like a little bit of grit in the middle of the steppe.(Pause.)Yes, one day you'll know what it is, you'll be like me, except that you won't have anyone with you, because you won't have had pity on anyone and because there won't be anyone left to have pity on you.(Pause.)

Tamam, çevirisi kötü, deyip dalga geçersin ama gülebilir misin buna?

Bir gün kör olacaksın. Benim gibi. Bir köşede oturuyor olacaksın, boşlukta kaybolmuş küçük bir leke. Karanlıkta kalacaksın, sonsuza dek. Benim gibi. Bir gün, yoruldum, oturayım deyip bir kenara oturacaksın. Sonra, acıktım diyeceksin, kalkıp yemek hazırlayayım. Ama ayağa kalkamayacaksın. Oturmakla hata ettim, diyeceksin. Ama madem ki oturdum, biraz daha oturayım, sonra kalkıp bir şeyler yerim, diyeceksin. Ama hiç kalkamayacaksın, bir şey de yiyemeyeceksin. Biraz duvara bakacaksın. Sonra gözlerimi kapayayım, diyeceksin, belki biraz uyusam daha iyi olur diyeceksin ve kapayacaksın. Açtığın zaman artık duvar olmayacak. Boşluğun sonsuzluğu çevreni saracak. Bütün çağların yeniden dirilen bütün ölüleri dolduramayacak o boşluğu. Bozkırın ortasında ufak bir çakıl taşı olacaksın. Evet, bir gün neyin ne olduğunu anlayacaksın. Benim gibi olacaksın. Yalnız senin kimsen olmayacak, çünkü sen kimseye acımamış olacaksın ve zaten acınacak kimse de kalmayacak...

Kahkaha attılar. Peki neden?

(fişlemek gibi olmasın ama işte ana karakterleri oynayan başarısız oyuncular)

1 Ağustos 2013 Perşembe

Bana Müdahale Edelim


Vücudumdan ilk ayrılışım korkunç bir sinir kriziyle sonuçlanmıştı. İnsanın kendinin arkasından bakabilmesi, ilk seferinde dehşet verici bir şey çünkü. Ayna etkisi olmadan sırtını, saçının arkasını görebilmek; kendine dokunduğunda hem taciz edilme hem de birini taciz etme hissini aynı anda yaşamak, çok kolay özümsenecek bir şey değil haliyle. Dediğim gibi o şok, bende kendini bir sinir krizine dönüştürmüştü ve saatlerce kendime gelememiş; bir daha olmaması için dua edip durmuştum. Az önce çalışırken yine aynı şeyi yaşadım ve bu sefer vücuttan ayrılışımı saniye saniye hem gördüm hem hissettim. Dirseklerim titremeye başladı ve kimin yönettiğini bilmediğim kollarımı öne doğru uzattığımda küçük bir kız çocuğunun kollarına baktığımı hissettim. Yavaşça kafamın geriye gittiğini, elleriminse artık göremeyeceğim kadar uzaklaştığını gördüm. (Göz bozukluğumun göremememde etkisi olduğunu unutmayalım.) Açıkçası belden aşağısını gözlemleyemeyecek kadar şok içinde olduğumdan ellerime gülmekle yetindim. Kollarıma, iç taraftaki yeşil damarlara dokunup durdum. Sanki sadece parmaklar benim, dokunduğum her şey o diğer insanındı. Hayır, yalnızdım; yani en azından kimsenin dokunamayacağı uzaklıktaydım, diyelim. Hayır; bir ilaç kullanmıyorum; sabahtan beri sadece su ve çay içtim. Geri geldiğimde, kendime olan sevgim içimden her taştığında yaptığım gibi omzumu öptüm gene. Böyle korkunç bir şeyden zevk aldığım için biraz utanıyorum, doktor çağırın!

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Siz Ne Anlatıyorsunuz Bu Tepemdeki Yapışa? O_O

Can'ın arkadaşlarıyla vakit geçirdikçe dünyayı çok önemli bir yer zannediyorum. Ortalıkta formüller, projeler, hoca isimleri, bütçeler, Avrupa Birliği, hiçbir zaman anlamayacağım deneyler falan uçuşuyor. Tüm bunlar konuşulurken gözlerimi bir yere sabitleyip, hayat bu kadar acımasız değil, değil mi, değil, değil mi diye sorguluyorum. Değil değil mi değil değil mi diye sordukça aradaki virgülleri kaldırıp soruma, cevabıma birlikte gülüyorum. Kendimle ve beni hiçbir zaman memnun edemeyecek yaşantımla dalga geçiyorum.  Keşke tüm bu teknik (teknikten başka kelime bulamıyorum öf) kelimeler duyulurken benim kafamdan geçenler de bir şekilde kayda alınabilse. İşte o zaman ortamdaki konuşmalar çok daha eğlenceli bir diyaloğa dönüşebilir bence.

İnsanlar var olmalarına müthiş bir sebep ve anlam bulmuş olacaklar ki; buna hiç değinmeden, buna hiç ağlamadan, ellerindeki işi nereye taşıyabileceklerini düşünüyorlar, iş için, iş zamanı dışında böylesi bir sorumluluk hissediyorlar. Herkesin ilgi alanları farklı olabilir, herkes harika şarkılar dinlerken halıya yatıp dönmekten hoşlanmıyor olabilir. Ancak benim karşı olduğum şey, bir insanın para kazandığı işten hoşlandığını söylemesi. Bence para kazanmak için yaptığın işten samimi bir şekilde hoşlanamazsın. Bana mümkün gelmiyor, bilmiyorum; en azından bu toplumda. Yaptığın işi, üzerinde çalıştığın projeyi bu kadar sahiplenemezsin, onunla yatıp kalkarsan, gerçek bir insanla yatıp kalkma ihtimalini düşürürsün herhalde.

Can, en son kauçuktan yapılan araba lastiklerinin direncinden, bilmem neden yaptıkları silgiden falan bahsediyordu ki, dışarıya da saldım mı bilmiyorum ama içimden kocaman bir kahkaha patlattım. Üniversite yıllarına ait anılarının yüzde doksanını ödev, tez, proje, hoca, staj oluşturan insanların gerçek hayatla bir kez olsun göz kırpıştıklarına emin olamıyorum böyle muhabbetlerin ortasında. Sokayım silgine, bana sinirden kilometrelerce yürüdüğün bir günden falan bahsetsen ya biraz.

Geçen gece içim dolmuş bi' şekilde söylenmeye başladım. Hayır, bütün bu projeleri yapıyorsunuz da n'oluyor? Bana faydası ne, diye çıldırdım. Elimdeki akıllı telefonla dalga geçti sonra Can. Yine de "insanlığın" "gelişmesinden" çok rahatsız olduğumu biliyorum. Bu güne bu şekilde gelinmişse abdal gibi dolanacak halim yok; ama buna ayak uydurmak da canımı sıkıyor işte. Sifon yokken de yaşıyordu insanlar, bilgisayar yokken de, senin ürettiğin araba lastiği yokken de; bilimi hiç sevmiyorum, dedim. O da insanlığın var oluşundan beri gümbür gümbür yaşayan sanata dil uzatmaya çalıştı; "Ama bilim olmasaydı sanat da..." dedi, susup güldü sonra. Güldük, bi' koca saç silkeledim hıh, diye, yattık.

Biraz eğleniyor, dalga geçiyormuş gibi göründüğümün farkındayım; ancak anlamaya çalışmaktan çok saygı duyacağım bu konuşmaların beynimde ışıklı ve rengarenk pıtırıklar oluşturduğunu da bilmeni isterim.

11 Haziran 2013 Salı

Ben Muhtarlardan Başlıyorum, Sen?


Bütün gün Gezi Parkı’nda oturuyoruz. Gidemediğimizde twitter ve facebook’tan destek oluyoruz. Kitap götürüyoruz, yemek götürüyoruz. Çocuklar resim yapıyor, herkes şarkı söylüyor. Hepimiz öyle heyecanlıyız ki, şu kadarcık hayatımızda bu kadar coşkuyu, böylesi bir birliği hiç hissetmemişiz. Kendimizle gurur duyuyoruz bunun bir parçası olduğumuz için. Sadece park değiliz, İstanbul değiliz, Türkiye’nin her yeriyiz, dünyanın pek çok yeriyiz bugün. Bugün Türk kanalları hariç her kanalda biz varız. Erdo-gone’ın çöküşü var, halkın direnişi ve gücü var. Ancak...

Ancak bunları görmeyen binlerce insan var. Cahil, düşünmeyen, konuşmayan, okuyup tartışmayan insanlardan bahsetmiyorum bile. Görüp de sesini çıkarmayan, kendi çıkarı için susan, badem bıyığın altından çıkan her lafı körü körüne ezberleyip, uğruna yaşanacak olgu olarak gören insanlardan bahsetmiyorum. İşin zor yanı bu kısımları eğitebilmek zaten. Ben daha kolay bir şeyi yapmak istiyorum.

Günlerdir aklımızda bir soru var; bu medya, bu hükûmet bu kadar alçaksa; biz şimdiye dek içinde bulunmadığımız her şeyi yanlış mı öğrendik? İşte bundan çok utanıyorum. Aptal yerine konduğum, kandırıldığım ve bir diktatörün yükselişini desteklediğim için çok utanıyorum. Bunları görmeyen insanlar dedim. Evinde internet, televizyon, akıllı telefon olmayan insanlar. Sabahları güp güp yediğimiz domatesi üreten çiftçi, hayatı pahasına gece gündüz geceyi yaşayan maden işçisi, rüyalarında bile iş makinelerini gören fabrika işçisi, okula gidemediği için on yaşında kağıt toplamaya başlayan genç, küçük hapishane kasabasına göç etmiş fahişe... Binlerce insan on beş gündür bu ülkede neler olup bittiğini bilmiyor. Binlercesi de badem bıyığın hipnozu altında.

Ölmüş yakınları için zorla oy kullandırılan bu halk, gerçek halk da biraz uyanmalı artık. Bence şimdi bize düşen, kendi etrafımızdaki insanlarla kucaklaşıp zaferi kutlamayı bir kenara bırakıp bu insanları bilgilendirmek olmalı. Atatürk bunu yıllar önce şehir şehir dolaşarak yaptı. Biz de bunu hiçbir siyasi oluşuma bağlı olmadan, samimi duygularımızla yapabiliriz. Bilmeyen insanlara, baskıcı olmadan, dünyada, ülkelerinde gerçekten neler olduğunu göstermek o kadar zor değil.

Bunu yaparken Türk insanının uzun yazılar okumaktan çok hoşlanmadığını unutmayalım.

3 Haziran 2013 Pazartesi

"Defolup gidiyoruz, ülkenizi tepe tepe kullanın!" DE!

(fotoğrafa ikinci defa ancak buraya koymak için bakabildim)

Biri duysun artık, YETER!
Bugün tüm bu yaşananların ağrısı artık başıma, gözüme ve kulağıma vurduğu için direnişe ara verip kendimi dinlendirmek için eve gelmeye karar verdim. Otobüsteyken Twitter'dan gördüğüm bu fotoğrafla kanım beynime sıçradı ve bağırmaya başladım, etrafımdaki herkese bağırdım. Yeter, yeter Allah'ın belaları! Ağlama krizim hâlâ geçmedi, filmlerdeki genç kızlar gibi yatakta dövünerek ağlıyorum. Ben bu kadarına dayanamıyorum.

İdeolojiymiş, CHP'ymiş, MHP'ymiş, camiymiş, AVM'ymiş, alkolmüş, ağaçmış, otmuş, bokmuş artık yeter! N'olursa olsun, bu vahşet dursun! Bu fotoğrafı genç, yaşlı herkes görsün, yerli, yabancı herkes bilsin bu gerçeği! Her yeri mosmor olan genç kadınlar, acımasızca su sıkılan liseli kızlar, öldürülüp bir köşeye atılan adamlar ve şimdiye kadar duyduğumuz ama bu kadar net göremediğimiz gözü çıkan insanlar. Biz hepsiyiz. Hiç birimiz de bir parti mensubu değiliz. Burada özgürlüğün savaşını oturarak, şarkı söyleyerek, ağaçlara sarılarak vermeye çalışırken bu terör de nesi?

Başbakanı aptal aptal konuşmaktan vazgeçmeye, o kafasını iki elinin arasına beş dakika alıp idrak etmeye çalışmaya; Cumhurbaşkanını da bu ülkeyi iç ya da dış düşmanlardan koruyacak baş komutanlık görevini hatırlamaya davet ediyorum. Boş konuşmak bir yere kadar. Diktatörlüğünüze bir son verin ve o iki cümlede bir andığınız Allah'ınızın aşkına, o okuduğunuzdan bile emin olamadığım Kur'an'da yazan iyilik, hoşgörülülük, alçakgönüllülük erdemlerine sahip olmadığınızı anlayarak; "Defolup gidiyoruz, ülkenizi tepe tepe kullanın!" diyerek Fettullah Gülen'in misafir odasına taşının. Ecdadınızı da alın gidin, çünkü benim gibi bir insanı bile bu kadar sinirlendirip üzebiliyorsanız sizinle beraber elinizin değdiği her şeyi yakıp yıkmaya hazır bir halk var burada artık!

24 Mayıs 2013 Cuma

Her Gün Son Günmüş Gibi


Aralık 2005, son final, sanırım Mitoloji sınavı. Geceden buzlandırıp okula getirdiğim vodka-şeftaliyle kutlama yaptım kendime Hergele'de. O zamanlar yarını düşünmüyorduk. Bu günlerin geleceğinden hiç haberimiz yoktu. Bu düzen böyle gidecek sandık. Hep özgür kalırız... Şimdi fakültesine giren insanların çantasında sandviç ve ayran var diye suç duyurusunda bulunuluyor.

Bi’ gün, “Anne, gerçekten mi? Sen de mi içki içebiliyordun?” diye bir soru duyacağımı düşünüyorum. Düşünüyorum; Can, "Osmanbey’den geçerken seni alırım", diyecek ama beni tanıyıp yanıma yanaşması için gözlerimin içine bakması gerekecek. Dur ya, tek başıma sokakta ne işim var ki!

Bir kesimin inançlarını rencide edecek sözler söyleyenleri hapse atıyorlar ya bu ara; bizim özgürlüğe olan inancımızı baltalayan bu insanlar neden hâlâ asılmıyor? Şikayet edecek bir tarafımız yok çünkü. “Sen sus, sen kadınsın!” diyen hakimler mi yargılayacak bu insanları?

Şimdi, her günü son günmüş gibi mi yaşamalıyız yani? Tek bileğine takıldı diye şu kelepçeyi lütfen aksesuar sanma artık!

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Ego Gıdası Olarak Düğün



On dokuz yaşımdayken bana "evleneceksin" deseler takla ata ata gülerdim, gerçek takla, düz ve ters. Çünkü evlilik benim için yasal seksten öte bir şey değildi ve aksi kafam bu gibi şeyleri hep yasalara boyun eğmek olarak görürdü; ben o hiç sevmediğim devlet ve ahlâk kurallarına boyun eğerek asla yaşamayacaktım.

Bunları kesinlikle görüşümün değiştiğini belirtmek için yazmıyorum. Sadece takla atarak gülmüyorum şimdi. Evlenerek yaptığım şeyin tüm bunlara boyun eğmek olduğunu hâlâ düşünüyorum. Çok açık konuşmak gerekirse ben o imzayı anne ve babam huzurlu olsun diye attım, yoksa o koca defterde sadece isimlerimiz vardı, birbirimize verdiğimiz hiçbir söz yoktu. Dürüst, saygılı, hoşgörülü olacağım, yazmıyordu. Seni çok seviyorum, bile yazmıyordu. Ulan Can, beni aldatırsan seni öldürürüm, gibi bi' ifade de yoktu. Zaten o yüzden Hristiyan törenlerini daha çok seviyorum. En azından iki kelam edip birbirlerine tutabileceklerini düşündükleri sözleri veriyorlar.

Neyse, şimdilik evli olmanın bana bir getirisini görmedim. Biz zaten birlikteydik, bi' evimiz vardı, her sabah 6:15'te uyanıp kahvaltı ediyorduk. Hafta sonu yemek listesi ve alışveriş yapıyorduk, falan filan. Değişen bir şey yok. Ancak düğün konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sırf düğün ve nikah töreninde başrol olunabilmesi için bile homoseksüel evliliğin de yasal olması şart. Bunu herkes bir kere de olsa yaşamalı.

Haftalarca kendinizi bok gibi hissediyorsunuz. Bu masaya kimi oturtsam? Acaba Himmet Abi gelecek mi? Nikah şekerleri yetişecek mi? Bu gelinlik çok mu dar oldu, içine girebilecek miyim? Masalara kuşlu şamdan mı koysak, yoksa simli mi? Kuzu mu olsun, dana mı? Milletin ağzının kenarına bulaşacak yemekleri sileceği peçeteleri bile düşünüyorsunuz. Bütün bunlar beraberinde tek bir soru getiriyor: Değer mi? Rüyalarınızda bile bu sorudan kurtulamıyorsunuz. Cevabı belli, değer; çünkü...

O gün geliyor. Hiç heyecanlanamıyorsunuz, çünkü gerçekten yorgunsunuz. Kuaförde saçınız çekiştirilirken uyukluyorsunuz. Tüm işlemler bitip de o gelinliği giydiğinizde dünya tersine dönüyor. Gerçekten başka bir boyutta, herkesin sevecen ve iyi yürekli olduğu bir paralel evrende süzülmeye başlıyorsunuz.

Tüm gün egonuzu müthiş yemeklerle besliyorsunuz. Ne kadar güzel olmuşsun! Ah yavrum, su gibisin! Yalnız, gördüğüm en güzel gelin sensin! Gelinliğin de bir harika! Gözlerin ne kadar güzel! Ama baksana Simay, bebek gibi olmuşsun! Ayy, ne çok yakışmışsınız! Çok tatlı bir çift olmuşsunuz! ... Sonu yok, gerçekten, herkesten ayrılıp ayna başında kafanızdaki yüz bin tane tokayı çıkarmaya başlayana kadar ucu bucağı yok iltifatların.

Gecenin sonunda bir an normal halim çok mu çirkin acaba diye düşünüyorsunuz; ama bu iltifat yemekleri egonuzu o kadar çok şişirmiş oluyor ki, ay gerçekten de çok güzelim, deyip saç sallıyorsunuz bu düşünceye de.

Bi' de biz kadınlar tatile gidince ortalığı kolaçan edip benden güzeli var mı, diye endişeleniriz. Hatta bazen havlumuzu yaşlı, çirkin, şişman, selülitli kadınların yanına sereriz ki kendimizi daha iyi hissedelim. İşte düğünde depolanan bu iltifatlar burada işe yarıyor. Yola o kadar büyük bir özgüvenle çıkıyorsunuz ki tatilin en azından ilk üç günü hiç böyle endişeleriniz olmuyor. Zaten dünyanın en güzeli sizsiniz! Bunun adı da balayı!

Mutuluklar canım. Değermiş.

12 Nisan 2013 Cuma

Terim Suratım Yesin Seni

Bu sabah bir arkadaşımın Facebook iletisiyle uyandım. “Yataktan Avrupa Ligi'nde yarı finalist olarak kalkmak muazzam bir duygu :)” En ilgi çekici olan buydu, ana sayfada aşağılara indikçe Cuma sevinci bile söndü içimde. Bu arkadaşımı ya da arkadaşlarımı yermek değil amacım, sadece anlamıyorum. Bundan sonrasında sözüm meclisten dışarı; ama insanlar çok yakın arkadaşlarının başarılarına, mutluluklarına bu kadar içten sevinmiyorken bir takımın başarısıyla nasıl mutlu uyanabiliyor, başarısızlığıyla nasıl böylesi üzgün yatabiliyor, sormadan edemiyorum.

İnsan ilişkileri çok düzgün olsaydı dünyada, belki de bunu anlayabilirdim. Düzgün insan ilişkisi nedir, bilmeyecek kadar deneyimsiziz bu konuda zaten, sadece arayışındayız. Ancak içten içe birbirlerini kıskanan insanların “dost” diye birbirlerine sarıldığını gördükçe, futbol takımlarına olan bu fanatiklik, sanki kendininmişçesine sevinme ve bu coşku bana boş geliyor. Yok, aslında boştan daha öte bir zarf olmalı burada. Balon gibi desem onun bile bir varlığı var. Nasıl bir zarf, bulamadım. Bu hissiyat için bir kelime dahi bulamayacak kadar alıştırmışız kendimizi.

Bir futbol takımının yarısı bile olmaya razı oluyor insan bu durumda. Belki her uyandığında değil de, belki durduk yere “kanım Simay renginde akıyor,” dedirtecek kadar değil de, en azından gördüğünde “ah ne güzel arkadaşım var” diyebilen arkadaşlar olsa. Öylece havaya karışan sevinçlerimizin yarısını başkalarının sevinçlerinden dolaylı yaşasak.

28 Mart 2013 Perşembe

Yağmurlu Havada Gökyüzünde Bir Görünüp Bir Kaybolan Bir Helikopterim Bence Bugün

Kan isteyenler, trombosit isteyenler, ilik isteyenler, böbrek isteyenler... Bitmiyor, bitmeyecek de. Dünyada yeterince hastalık ve ölüm varken bir de salaklıkla uğraşıyoruz ama biz. Hem de kaderle ya da şansla değil, tercihle gelen salaklıkla. Bazen sırf yaşadığımız için duymamız gereken üzüntü ve endişeyi, insanların, hepimizin şımarıklıkları için duyuyoruz. Her gün, hatta her an birilerinin değer verdiği birileri yok oluyor. Toprağın altına gömülüyor, yakılıp havaya denize karıştırılıyor, kimisi de siyah kocaman poşetler içinde şehrin dışındaki kocaman çöp yığınlarının arasına karışıp çürütülüyor. Bahsettiklerim insan, biziz. Bunların olduğunu ve olmaya devam edeceğini sürekli unutup düşüncesizlik denizinde son moda mayolarımızla yüzmeye devam ediyoruz. Paramparça oluyorum kim bizi böyle kör etti, diye düşünmekten. Söyle lütfen. Söyle de tuttuğum çişimi bırakayım gitsin üzerine.

O "basit, gösterişsiz yaşam" tanımıyla yaşadığın; ama üzerinden oluk oluk merak ve özentilik akan hayatını kısık bakışların, büyük sözlerin ya da sopa yutmuş duruşların asla saklamıyor. Şu soktuğumun dünyasında otuz yıl geçirip hâlâ ellerini nereye koyacağını bilemediğinden başkalarının hayatlarına sokuyorsun ya; işemek istiyorum üzerine, buzlarını eritmek, yanan yerlerini söndürmek için.

Kafanı bir öğlen yemeğinde durduk yere ellerinin arasına aldığında, içindeki o kocaman yapış yapış kıvrımlı etin aslında böyle olmaman için vücuduna sokuşturulmuş olduğunu hatırlıyor musun? Şükür ya da teşekkür, hiç ediyor musun? Canım, keşke ölecek kadar şanslı olsan ve canı yanan insanların, hayvanların acılarını bir kere bile hissedemeden defolup gitsen. Yapabilenlere, yaşayabilenlere biraz daha yaşam alanı bıraksan; biliyorsun, çok kalabalık.

Ben mi? Seninle aynıyım elbette. Elbette kahretsin.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Ayların Ruh Raporu Bu Belki




Hepsi kendimi çok çirkin hissetmemle başladı. Temmuz, Ağustos, her neyse işte.

İşten ayrılmamla da taşınmamız bir oldu. Yeni ev, yeni eşya, yeni düzen, yeni bir semt, yeni alışkanlıklar ve tabii ki yeni rutinler. Bazen sıkıntıdan çocuk gibi ağlatan, bazen de, neyse ki oradalar, deyip huzur veren aptal rutinler... İki aylık topuklu ayakkabı üzerinde iş arama süreci. Sorgulama üzerine sorgulama. Beni işe alacak bu insanlar neden ayakkabılarıma ya da ceketime baksın ki? Bu görüşme yaptığım adamların benden farkı ne esasında? Yine mi tost her sabah? Her akşam saat beşte mutfağa sürüne sürüne giden ayaklarım ve yarım açık gözlerimle yaptığım yemekler. Akşamları "dizi keyfi"... Sonra hiç de sevinmeden bir işe başlamam...

Her sabah Davutpaşa'ya giderken, dönüşte ne kadar üzüleceğimi düşündüm ve tabii ki tüm gün bunu kafamdan asla atamadım. Göreceli olarak eğlenceli insanlar çevremdeyken sürekli kulaklık takıp kendi dünyama gömülmek istedim. Sonu isyan, ben gidiyorum, bu kadar da değersiz değilim, diye yakınmalar... Bir şans daha sana Simay. Al bak, burası evine daha yakın. Sana bir şans daha asıl. Al, şansımı kullanıyorum. (Çünkü bok var.) Her gün işsizken evde gerçekleştirdiğim rutinlerim daha mı iyiydi, diye sorguluyorum tuvalete kapanıp kusmaya çalışırken. İnsanların, her gün anlamsız alkış tutan bu insanların coşkusuna neden sahip olamıyorum? Neden bana da bulaşmıyor kös kös oturdukça?

Daha çok gencim diyebileceğim bir yaşta neden böylesi bitkin hissediyorum? Yalan etrafımı neden sarıp duruyor böyle? Kimin maskesi var, yoksa herkesin mi var?

Bazen müziğime ritim tutuyor ayağım ve fark edip seviniyorum. Bugün çok güzel bir şey oldu, diye annemi arayıp anlatasım geliyor. Telefonum çekmiyor. Neyse...

Somurtuyorum burada, tüm gün. Benim maskem de bu belki. Taa ki eve koşup Can'ın boynunda yüzümü tekrar yumuşatana kadar somurtuyorum. Başlarda her gün ağladım, fayda bekleyerek değil ama. Şimdi susuyorum. Çok istiyorum ama; bir gün tüm cesaretimi toplayıp çığlık çığlığa koşmaya başlamayı çok istiyorum. Buradan; bu okumayan, duymayan, bakmayan insanların arasından. İşine, iş yerine ve iş yerindeki insanlara bu kadar duygusal yaklaşan kim var burada? Boşver, yalnızsam da yalnızım; bu çok zaman önceydi.

Gurur yapıp hiç kimsenin maddi desteğini almadan bomboş bir evi doldurmak, aynı zamanda da hayâl ettiklerini gerçekleştirmek oldukça zor. Bunun için biraz küçüğüm belki de hâlâ. Neyse pişman değilim, ama hırpalandığım doğru. Parası olsa da her gün internetten hesaplarını kontrol eden bir ahmağa dönüştüm bir süredir. (Gelinlikler yanmalı!) Hepsi üst üste geldi derler ya, biraz öyle gerçekten, abartısız haliyle.

Bazı insanlarla çok iyi anlaşırsınız, kimilerini çok seversiniz, kimileriyle de birbirinize benzersiniz. Arkadaş, dost, yoldaş vs... Kafamdaki düşüncelerin bir yansımasını kendi kafasında taşıyan bir arkadaşım vardı benim de, kaybettim. Hayır, yanlış kelime. Sadece gitti, öylece. Bu da biraz ağır geliyor bu dönemde. Ağırdan çok saçma geliyor aslında. Çocukça ve de telaşlı; ve bu yüzden de anlamsız. Yanımda çok fazla insan tutmamaya karar verdiğimden beri yanımdakiler için çabaladım; ancak bazen "ama yuh!" diyerek durduğum anlar da oldu. Bu da ona benzer bi' şeydi sanırım.

Böyle depresif bir dönemde şarkıdaki gibi "mutsuzum ama keyfim yerinde" dedirtecek anlar da oluyor elbet; ama depresyon insanı bu, kafasında bunları tutacak değil ya sürekli. :)

Bugün öğlen iğrenç bir yemek yedikten sonra mideme yine sancılar girdi ve "oradaysan yardım et artık!" diyerek kendimi dışarı attım. Kendimi bir anda Şişli'de buldum, kafamdan geçen binlerce düşünceyle ve tabii ki onları kaplayan kocaman bir hiçle bu defa kendime, "Ayol n'apmışım ben?" diye sorup ayaklarıma baktım ve onları geri çevirdim. Dönüş yolunda kendime gündüzün ortasında aydınlık bir nokta aradım ve her günün sonunda hatırlattığım şeyleri sundum kendime.

Bu, kelimenin tam anlamıyla "manyak" hayata tutunmamı sağlayan şeyler; her sabah metro istasyonunda kırk dakika oturup kitap okumak, sabah işe geldiğimde ortalık, PowerTürk dinleyip şarkılara topluca eşlik eden insanlarla dolmadan önce yarım saat kadar ufaktan bir şeyler yazabilmek ve eve döndüğümde o beyaz, uzun boyuna suratımı yapıştırmak. Yoksa her an, uykumda bile geçen her an ağlamaya hazır koskocaman gözlerimi tutmakla geçiyor. Bu kadar mânâsız bir hayat yaşıyorken, yapabileceğimden fazlasını yapıyormuşum gibi geliyor ve bununla avunuyorum işte.

Hadi şarkıyı dinleyelim canım.

24 Ocak 2013 Perşembe

Utanarak, Korkarak


Doğacak çocuğuma ya da yeğenime göstermem gereken bir fotoğraf daha. Öncesiyle sonrasıyla... Ona hiçbir zaman koskoca denizlerin önünde bu kadar güzel ve dimdik durmaması gerektiğini, yoksa bir gün onu da aynen bu şekilde yakacaklarını öğretmem gerekecek. Evet, “cana geleceğine mala gelsin”miş.

10 Ocak 2013 Perşembe

Göreceli Aflar



Evet, dolup taştığımızda ya da ufak bir fırsatını bulduğumuzda koca gün başında oturduğumuz bilgisayarlardan kafamızı kaldırıp kenarda köşede buluşamadık biz. Modern dünya bizi ayrı tuttukça bir yandan ayak uydurup, bir yandan baş kaldırıp bu dosyalara kaçtık. Birbirimizi göremiyorken bu dosyalarda heyecanımızı, kendimizi paylaştık. Birbirimizin başkalarınca bilinmeyen taraflarını da belki buralardan öğrendik. Yazı, her zaman en az iki kere düşünülerek yazılır. Çoğu zaman biz de o kadar özenliydik, doğru. Ancak önemli olan bağıramadığımız, o tanrıyı bile uyandıracak çığlığı atamadığımız zamanlarda hiç düşünmeden bilinçlerimizi buraya akıtmamızdı.

Şöyle demiştim ilk dosyada;
Seninle ben birbirlerine her fırsatta sarılabilen, gülebilen, nispeten şanslı Makar ve Varvara'sı oluruz belki modern dünyanın.

Şimdiyse her güne birlikte başlayıp, her günü birlikte kapatıyoruz; ama iyi ama kötü. Uzun kahvaltılarımızın, mutfak danslarımızın, büyüdüğünde penceremizden de görebileceğimiz fidanlarımızın hatrına, tüm bu yazılanların hatrına çoğaltalım bu dosyaları. Tamam, ikimizi toplasan tabii ki bir Dostoyevski etmez; ama yaşarken başladıklarımıza yaşarken son vermeyelim, ölürken bitirelim bu kitabı.

Benden oraya büyükçe bir "evet, tamam" gelsin, ikinciye. :*

9 Ocak 2013 Çarşamba

Ancak Gökyüzü Korurmuş

Aç da dinle!

Yeniden başlamak kolay mıdır? Bir şarkıyla ya da kitapla? Peki kimin yardımıyla? Sıfırdan başlamak için yeniden doğmak mı gerekir sadece? Kafanda şimdiye dek oluşan fikirlere yüreğini dolduran onca insana rağmen, hep hatırlayarak hatta unutmamak için çabalayarak da yeni baştan bir insan olmak mümkün müdür? İşte ben ondan istiyorum. Sürekli formatlanıp veri kaybetmeden hep daha hızlı işleyen bir bilgisayar gibi olmak. Mümkünse sırayla hepinizin masalarında. Yaşamak, sonu gelmeyen, sonucu olmayan bir deneyler ve deneyimler curcunası değil miydi zaten?

8 Ocak 2013 Salı

Şimdi Söyle Bakalım; "Madde mi Ağır, Mânâ mı?"

Söylesene, eh?

Related Posts with Thumbnails