Pages

17 Temmuz 2016 Pazar

Dar Alandayım



Küçükken misafirliğe gittiğimizde yüzümü ellerimle kapatıp otururmuşum. Birileri bize geldiğinde de odama kapanırdım. Sevmediğim kimseyle konuşmaz, kendimi kimseye öptürmezdim. Büyüyüp yeterli içtenliğe ulaştığımda insanları pek sevmediğimi söyledim hep soranlara. Hep ucubeymişim gibi baktılar fikirlerimi söyledikçe, ben insandan kaçtıkça. Şimdi herkesin birbirinden öldüresiye nefret ettiğini görünce, en başından beri kendim de dahil tüm insanlara karşı aynı mesafeyi koruduğum için kendimle gurur duyuyorum. Ben çocuğuma sevgisizliği öğretebilirim, limitleri, sınırları, kendini koruma yöntemlerini öğretebilirim; ama bunca yoğun bi' nefretle nasıl başa çıkılacağını öğretmenin bir yolu yok sanırım; işte buna çok üzülüyorum.


10 Şubat 2016 Çarşamba

Biz Biz İdik Biz İdik

Türkçe inanılmaz zengin bir dil. Bazen deyimlerin, deyişlerin, küçücük tepki sözlerinin bile İngilizce karşılığını bulamıyorum. Öyle zengin bir dil ki bu, her açtığım kitapta yeni kelimeler öğreniyorum. Bir durumu anlatmak için üç beş ifadeden birini seçmek zorunda kalıyorum. Böyle zengin bir dili blog yazılarıyla, kağıt ziyanlığı kitaplarla, embesil embesil şarkılarla ve beyin yıkayan dizilerle, filmlerle çamura batırdılar artık. İnsan çocuğu olunca dildeki tüm hataları daha iyi görebiliyor. Ona bir şey anlatmaya çalışırken yanlış kelimeler kullanmamak için beynimi yakıyorum. Yaklaşık altı aydır evde bomboş beyniyle elime verilen bir canlıyla yaşıyor, beynini doğru doldurmaya çalışıyorum. Onun sayesinde dünyadaki çirkinlikleri daha net görüyorum.

Beni en sinir eden şeylerin başında çocuk ve bebeklere ileride kafalarını karıştırabilecek şekilde hitap edilmesi geliyor. Aşkım, sevgilim, annem, babam, halam, dayım gibileri bunların başını çekiyor. O yüzden bu evde kim her ne ise ona o şekilde hitap ediliyor. Umay'a Umay-kızım-bebeğim, Can'a Can-sevgilim, diyorum, herkes yerini biliyor. Umay'ın eve gelmesiyle birlikte Can'a taktığım isimleri de bir kenara bıraktım. (Kemik-Levent-Korkut vb) Yoksa çocuk konuşmaya başladığında bize herhangi bir şekilde hitap edecek.

Kafayı taktığım ikinci noktaysa BİZ. Çocuğum olmadan önce hiç garip gelmiyordu; hatta ilk zamanlar ben de sürekli biz diyordum. "Tulumumuzu giyelim, duşumuzu alalım, bezimizi değiştirelim..." Kafayı mı yedin sen Simay? Sonra silkelendim ve eve yeni bir kural daha geldi: herkes doğru zamirleri kullanacak.

Biz konusunda anneler babalar kafayı yemiş durumda. Bunun çok sevimli olduğunu düşünüyorlar sanırım. Dişimiz patladı, ateşimiz kırka çıktı, teyzesi popomuza baksana pişik oldu, biz iki yaşında konuşmaya başladık... Haaay, içim çürüyor yazdıkça. Zaten çocuk karman çorman bir dilin konuşulduğu bir kültürde doğuyor, işi neden yokuşa sürüyorsun? Sonra çocuğum konuşamıyor, çocuğum kimseyle anlaşamıyor, çocuğum bana bağımlı oldu bırakamıyorum bıt bıt bıt. Çocuğa "ben"i "biz" diye öğretirsen, çocuk "biz" olmayı ya da "ben" demeyi nereden ve hangi ara öğrenecek?

Yabancı bir dil olarak sadece İngilizce biliyorum, onun üzerinden konuşabilirim o yüzden. İzlediğim hiçbir görüntüde insanlar çocuklarıyla ya da çocukları hakkında konuşurken "biz" demiyor. Aynı şey yemek tarifi verirken de geçerli. Bizde televizyondaki şefler sürekli "şekerimizi ekliyoruz, hamurumuzu dolaba koyuyoruz, ıspanağımızı yıkıyoruz..." diyorlar. İngilizce tarifleri dinlediğimde onlar ya "benim ıspanaklarım" oluyor ya da sadece "ıspanaklar". Yani ya "benim bebeğimin dişi" ya da "bebeğin dişi" doğrusu; "dişimiz" değil, çünkü eminim senin dişlerin epey önceden çıkmıştır.

Anlıyorum, çocuğun doğup hayatına karıştığında hiç hissetmediğin bir "bizlik" hissetmeye başladın, ama lütfen silkelen ve çocuğunla doğru düzgün konuş. Bu arada lütfen benim çocuğumla da doğru düzgün konuş. Güjel kıjıma öpüşükler kondurma, gel, insan gibi öp.




Not: Blog'daki annelik yazıları için kusura bakma; son dönemde hayatımda annelikten başka bir şey olmuyor. Anne-bebek blog'u açacak değilim. Öptüm.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Beni İttirelim

Beni fiziksel ve ruhsal olarak bir duvardan diğerine fırlatıp duran, zımparalayan, içimi şişiren, beynimi kurutan bir sürecin sonuna geliyorum. Yakın gelecekte bir bir tüm sözlerimi geri alacağımı hissettiğimden, bunları şimdi bir yerlere kayıt etmezsem pişman olacağımı da biliyorum.

Doğrusunu en acı şekilde öğrenerek yanlış bildiklerimden sıyrıldım hep; hamilelik de benim için öyle. Dinleyerek, izleyip gözlemleyerek öğrenilecek bir şey olmadığını, hamile olduğumu öğrendiğim an gördüm. Dayak yiyormuş gibi, etimden et koparılıyormuş gibi acı çekerek ağladım. İnsanın çocuğunun olmamasını istemesi biraz zor görünüyor bana. Böylesi şişkin egolarımızla hepimiz birer "eser" çıkarmak istiyoruz; ben de tamamen kendi özgür irademle bu kararı aldım. Ancak gerçekleşme ihtimalinin bu kadar yakınında, bedeninin içinde olması da insanı böyle dehşete düşürebiliyor.

Gerçeği kabul etmem birkaç ayımı aldı. Başlarda normal hayatıma devam edeceğimi, içki içmek dışında o güne kadar ne yapıyorsam yapabileceğimi kurguladım. Arkadaşlarımla akşam çıkabilir, konser izleyebilir, sinemaya gidebilir, hafta sonu ufak ufak da olsa koşmaya devam edebilirdim. Çevremde hep bunları duydum, okudum çünkü. Yalan! Birkaç denemeden sonra tek yapmak istediğimin uyumak olduğunu düşündüm. Eğer uykumdan bir dakika bile çalıyorsa, yaptığım her şeyin zaman kaybı olduğunu düşünürken yakaladım kendimi. Konsere gitmek şöyle dursun, dışarıda yemek yerken bile eve gidip kanepeye uzandığım anları kurdum kafamda. Akşam sekiz, sabah sekiz uyuduğum zamanları iple çektim çalışırken.

Normalde de çantasında Talcid ve çubuk krakerle gezen biriyim, benim için o yüzden biraz daha ağır geçmiş olabilir ilk zamanın mide bulantıları. "Sabah bulanıyor, bi' limon yalıyorum geçiyor, canım bebişimin bize küçük oyunları işte" diyen forum annelerine lanetler okuyarak, istisnasız her akşamımı bitmeyen mide bulantılarıyla geçirdim. Bir elimde çubuk kraker, diğerinde nane şekeri, ferahladığım küçücük anlarda ölmeyi bile diledim. Bulantılar azaldığında başka ve daha tehlikeli bi' belirti olan "heartburn" başladı. Birebir çevirisi mide ekşimesi olsa da İngilizcesi sanki daha doğru ifade ediyor yaşadığım şeyi. Sabah evden kahvaltı yaparak çıkıyorsam toplam üç durak gittiğim metrodan her durakta inip beş dakika su içerek dinlenmem gerekiyordu. Ofise yürürken tam yarı yoldaki banka oturup derin nefes almam gerekiyordu. Sanki içimde bebek değil de bir ateş topu var ve ciğerlerimin arasına oturup kalbimi dağlıyordu.

Doktorun ya da okuduğum hamilelik yazılarının da dediği gibi ilk üç aylık dönem hem hamileliğe alışma dönemi, hem de belirtileriyle en çok baş etmen gereken dönem. Sekiz buçuk ay oldu, hâlâ hamileliğe alışabilmiş değilim, hâlâ baş etmem gereken onlarca şey var! Üç aylık dönemler de yalan çıktı!

İkinci üç aylık dönem sözde en kolayı ve keyiflisi olacaktı. Etrafta açık sözlü olduğum için huysuz cüce gibi görünmeme sebep olan samimiyetsiz mutlu hamilelik deneyimleri duymaktan epey sıkıldığım bir dönemdi benim için. Hareketlerini hissedene kadar, iki doktor randevusu arasındaki upuzun haftalarda "acaba yaşıyor mu, büyüyor mu, hasta mı, iyi besleniyor muyum, suyu yeterince var mı?" gibi manyak sorularla geçti günlerim. Hareketlerini hissetmeye başladığımda da kendimi canlı balıkların dizildiği balıkçı tezgahına benzettiğim için sık sık gülme krizlerine girdim. Bunların hepsi yabancı bana. İçimde bir gün en az benim kadar olacak bir insanı taşıyor olma fikri yeterince tuhaf değilmiş gibi, bu insanın benimle iletişime geçmeye başlaması beni delirtecekti az daha. Tabii, insan içinde bulunduğu her duruma bir şekilde alışıyor ya da ayak uyduruyor; bu sefer de hareketlerini hissetmediğim zamanlar depresyona girdim, kendimi bebek katili ilan ettim.

Son üç aylık dönem, hareketlerinizin biraz kısıtlandığı, ama bebeğinizle çok daha iyi iletişim kurabildiğiniz dönem. Sizi duyuyor, sesinizi tanıyor bıd bıd bıd... Hayır efendim sadece vuruyor, tekme tokat tüm organlarıma vuruyor! Bazen "eah yeter!" deyip şöyle sağ yanımı yırtıp çıkacak diye endişelenerek geçti ve geçiyor bu son dönem. Uyumak için asla doğru bir pozisyonun olmadığı bir dönem. Rüyaların bin kat daha gerçekçi olduğu, kabuslarla ve tekmelerle uyandırıldığım bir dönem. Uykusuzluktan sarhoş gibi dolandığım bir dönem. On dakikada yürüdüğüm yolu yirmi dakikada paytak paytak yürüyebilmem, sonunda kan ter içinde nefesimi toplamaya çalışmam, sandalyeden kalkarken yüz yaşındaymış gibi inlemelerim, evde yalnızken yerde duran poşetten bir şey almak için kendime "hadi Simay, yapabilirsin!" diye gaz vermelerim, uyurken rahatsız bir pozisyondaysam bile değiştirmek için on dakika kadar güç toplamaya çalışmalarım, yemek yaparken düşürdüğüm sebze kabuklarını alamadığım için eve geldiğinde üzerine basmasın diye Can'a mesaj atmalarım, evi serinletmek için cam açarken sinekliği çatalla ve ayakkabı çekeceğiyle çekiştirmelerim, kitabım bittiğinde evde yalnızsam yeni kitabımı boy hizamda duran kitaplar arasından seçmek zorunda olmam... Zorluk derecesi boyumu aşıp beni ikiye katlayan bir dönem. Tanrım, öyle yoruldum ki bu rutinden, bazen "hadi kız, çık artık!" diye kaçırıveriyorum ağzımdan.

Hiç mi güzel yanı yok peki? Fiziksel olarak, üzgünüm ama yok. Ancak bence iki buçuk yıl süren bu hamilelik bana arkadaşlık ve aile ile ilgili harika şeyler öğretti. Belki de o öğretmedi, bu zamana denk geldi, ama memnun olduğum tek yanım zihnimde arkadaşlığı bitirmiş olmam sanırım. Arkadaşlarımı artık sevmiyorum ya da hayatımdan hepsini çıkarttım, demek değil bu. Başka bir aydınlanma, güzel bir kabuk yaratıp, bunun içine çekilme belki. Böyle duyguların tavan yaptığı bir dönemde tüm arkadaşlarımdan yüzde yüz destek ve ilgi bekleyeceğimi zannediyordum; insanlar hatrımı sordukça özel hissedeceğimi sanıyordum. Bu da yalan çıktı. Ailem dışında tek bir kişiden bile yüzyıllarca haber almazsam yüreğimin daralmayacağını anladım. Arkadaşlar çok gerekli, çok tatlı, evet; ama ben kimseye olan sevgimi azaltmadığım sürece onların bana olan sevgisini hesaplamanın boş bir uğraş olduğunu düşünüyorum şimdi. İçimde bir kırıntı kadar samimiyetsizlik kalmadı yani.

Eskiden annemi ve babamı annem ve babam oldukları için değil, çok tatlı insanlar oldukları için sevdiğimi iddia ederdim; şimdi tatlı oldukları gerçeği kaybolmadı elbette, ama aile sevgisi diye apayrı bir sevgi de oturdu içime. Bunu da sanırım annesinin karnından çıktığı anda görüp bağlandığım, koşulsuzca sevdiğim yeğenim sayesinde kazandım. Bir bebeğin insanı hiçbir şey yapmadan doğruya ve sevgiye teşvik ettiğini onunla gördüm. Bunca fiziksel ve ruhsal darbeye rağmen çocuğumu sağlıkla kucağıma alırsam, aradığım tüm renklere ulaşacak olmanın dışında, bir de aile kurabilmiş olmanın ferahlığını yaşayacağımı da düşünüyorum bu yüzden.


Bilgisayarı göbeğimin altına sıkıştırarak son kez diyorum ki, hamilelik çok korkunç, kimse gelmesin! Tabii sanırım doğum çok yüksek bir yer gibi, ben de bu yüzden ancak yoldan bahsedebiliyorum. Her tarafından terler akıtarak, sende olandan fazla güç harcayarak, tırnaklarınla tutuna tutuna çıktığın ve eşsiz manzarasıyla, renkleriyle ve rüzgârıyla sana tüm yaşadıklarını bir dakika içinde unutturacak kadar görkemli. Hem tanrı gibi, hem tanrılık gibi belki.

26 Nisan 2015 Pazar

Akılsız Başımın Cezasını Çekecek Eller Arıyorum

Bu, küçük bir iş ilanıdır...


2014 yılımın akşamlarını ve tatillerini adayarak yazdığım birkaç öyküm var ve ben tüm romantikliğimle bu öyküleri defterime yazdım. Aylardır defterden bilgisayara geçirmek konusunda sıkıntı çekiyorum; iki büklüm olmak, önümü zor görürken iki ayrı sayfaya odaklanmak benim için çok zor oluyor. Bunu da kendim yapacağım, diye çok inat ettim, ama beceremiyorum daha fazla. Benim için defterimdeki öyküleri bir word dosyasına geçirecek birine ihtiyacım var. O kadar az kaldı ki, sadece otuz dört sayfa (defter sayfası olarak) ve hiçbir redaksiyon talebim yok. Tek istediğim artık öykülerimi bilgisayarda görüp gerekli düzenlemeleri yapabilmek. Bilgisayarda olunca yapacağımı biliyorum çünkü.

Defter de küçük, yazım da

Bu iş için bir bütçe ayırdım, aradığım kişinin hiçbir deneyimi olmasına gerek yok. Beni tanımasın ve Türkçe okuma-yazma bilsin, yeterli. Tanımadığım biri olmasını isterken haklı sebeplerim var, kimsenin "ay çok güzel" ya da "ay çok kötü" tepkileriyle ilgilenmek ve yorulmak istemiyorum. Dediğim gibi, tek isteğim öykülerimi bilgisayarda görüp düzenleyebilmek. Bu kişinin İstanbul'da olmasına da gerek yok, defterimi zaten taratıp göndereceğim, fiziksel olarak teslim etmeyeceğim.

Beni tanıyanlar, tanımayanlara yönlendirsin, sen de detaylar konusunda konuşmak için lütfen e-mail at: aklindirenci@gmail.com

Oh be!

24 Ekim 2014 Cuma

Unutmak Olmasa Hatırlamanın Ne Kıymeti Var



Öncelikle zahmet olmazsa şu şarkıyı bi' açıver.

Hatırlamanın tüm aşamaları bu şarkıda gerçekten. Önce yalnızca hatırlıyorsun. Zihnin, olanları yeniden canlandırmaya başlıyor. Gözlerinin önünde sakince izliyorsun. Sonra her hatırlamak gibi bu hatırlama da sana batıyor. Bağırıyorsun; içinden ama. Çünkü duyurmaya gerek yok. Çünkü anlaşılsın istemiyorsun. İnsanlar seni ağlarken hatırlasın istemiyorsun. Bağırmalarına hep bir mazeret bulmak istiyorsun. Bağırdım bağırmasına da, diyorsun; evet bağırdım, ama... diyorsun. Bu seferki öyle değil. İnsan içinden acı içinde bağırdığında, bedeninin içindeki kanallara doğru ağladığında ne mazeret ne sebep göstermek zorunda kalıyor. Kendinle başbaşa olduğunda hatırlamak işte böyle koyuyor. Gözlerinin önündekinin geçmişe ait bir perde olduğunu anladığında gene sakinleşiyorsun. Bağırıp çağırıp, ağlayıp zırlayıp o başladığın noktaya, hatırlamaya geri dönüyorsun. Hatırlamak, içinde acı birkaç saniye taşısa da işte her zaman bu şarkı kadar görkemli geliyor. Sen anlamasan da yükseliyorsun. Şimdi aşağı bakabilirsin ama, geçti. Bitti.

Not: Balmorhea, önümüzdeki ay Salon'a geliyor; gidelim mi?

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Puf Diye Beliren Renkler ve Gümüşler

Marquez okumaya başladıktan sonra yazarken beni neyin mutlu edeceğine tam olarak karar verdim. Marquez'i Beckett'i ve Camus'yü masaya oturtup onlardan epey şey yürüteceğimi söyledim ve bi' novella planladık beraber.

Her gün aynı kitabı okuyup, gözleri kanayana kadar ağlayan, dökülen her göz yaşı gümüşe dönüşen, her düşüncesinin sonuna soru işareti ekleyen, her şeyden nefret eden ve nefretin ne olduğunu anlamayan, uzun yıllar boyunca hiç konuşmamış, kahverengi bir karakter yarattım; onu, sepya bir mekana, tanrının uyku düzenine göre şekillenen bir zamana saldım. Onu yazdıkça içim çürüdü, yazdıklarımın insanlıktan çıktığı anlarda korkudan dosyayı kapatıp durdum. Karanlığı ve mükemmelliği beni içine çektikçe, bu karakterin esiri oldum. Rüyalarımda, adımlarımda, duşta, işte, doğum günümde bile hep peşimde durdu. Sessiz ama sert bir kambur oldu bana.

Korktum, tamamlayamadım. Tamamlayabilir miyim, bilmiyorum. Dosyayı bulamamak için isimsiz kaydettim, o günden beri sadece deftere öykü yazabiliyorum. Bilgisayar ekranından o çıkacakmış gibi geliyor, elimi hangi öyküye uzatsam beni gümüş göz yaşlarıyla boğup, donduracakmış gibi geliyor, görkeminden o kadar korkuyorum ki...

Eğer bu novellayı tamamlayabilseydim adı ne olurdu bilmiyorum; ama şarkısı ve klibi şu aşağıdaki olacaktı. O yüzden bu şarkıyı ne zaman dinlesem, ölmeden önce yapmam gereken bi' şey olduğunu hatırlayıp dehşete kapılıyor, hayata bağlanıyorum. Biraz salağım, n'apayım?

21 Mart 2014 Cuma

İçin Nasıl Rahat Edecekse

Sence ideallerinin peşinde koşabileceğin bir ülkede mi yaşıyoruz? Sence büyük bir kalabalığa karışmadan, tek başına ya da küçük bir toplulukla sesini duyurabileceğin bir ülkede mi yaşıyoruz? Dünyayla, siyasetle, özgürlükle ilgili çok güzel düşüncelerin olduğunu anlayabiliyorum; benim de var; hepimizin hayalleri var. Ancak yaşadığın ülkeye şöyle biraz yüksel de uzaktan bak. Özgürlüğün, adaletin, siyasetin, hayallerin kelime anlamlarının nasıl değiştirildiğini biraz gör.

En fazla %5 oy alacak bir adayın küçük destekçi grubunda olup ideallerinin peşinden koştuğunu zannederken, güç şımarığı olmuş kişilerin, çocuklarımızı acımazısca öldürmesine seyirci kalarak için rahat edebilecek mi? Bundan sonra ne yaparsan yap; ama bugün Gezi'deki gibi tek amaca yönelmemiz gerekiyor. Tepemizden def etmemiz gereken ağzından salyalar saçan bir adam var. Yıldım sularından!


O yüzden ben de diyorum ki; en güçlü olana #basgeç! Yetti.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Üç Kuşak Ruh Hastasıyız


Ben manik depresif bir aileden geliyorum. Genlerimi olduğu gibi anne tarafımdan aldığım için "aile" derken anne tarafından bahsediyorum. Babam ve o yandan akrabalarım üstüne alınmasın.

Bizim ev her zaman uç noktalarda gezinir. Toplaşıp yemek yediğimizde balkondan kahkahalar taşar; ancak on dakika sonra bağrış gürültü herkesin evlerine dağıldığı da olur. Biz hem alıngan, hem umursamaz, hem eğlenceli, hem de mutsuz insanlarız. Kendimizle de, dünyayla da bir türlü yıldızımız barışmadı; ancak ne kendimizin ne de dünyanın peşini bıraktık.

Anne ve babamı özlediğimde günlerce ağlarım; ancak eve gidince ikinci gün kavgalar başlar ve bir an önce İstanbul'a dönmek isterim. Döner dönmez, gene pişmanlıktan ve özlemden ağlamaya başlarım. Annemle telefonda konuşurken sokakları kahkahalarımla çınlatabilirim. Ancak tek bir lafından alınıp böğür böğür ağlamaya da başlayabilirim. O da aynen öyle.

Benim bildiğim kadarıyla biz üç kuşaktır böyleyiz. Kötü, fesat bir insanın düzeleceğine inanmayız, onu ancak ölümün paklayacağını düşünürüz. Kimseye karşı kötü düşünce beslemeyiz ama bir insan kendine ve etrafındakilere zarar veriyorsa ölümü hak ettiğini düşünürüz. Evet, çok yanlış; bunun nereden başladığını bilmiyorum. Tek bildiğim küçüklüğümden beri duyduğum şu söz: "E madem öyle, ölsüün..."

Ölümle gerçek tanışmamız dedemle oldu. Dedemi henüz elli sekiz yaşındayken kaybettik. Küçük yaşta olduğumdan benim için ölüm, annemin düştüğü o korkunç durumdan ibaretti. Sabah uyanıp ağlamaya başlıyor, gece uykuya dalana kadar ağlıyordu. Dili tutulmuş, yüksek tansiyon hastası olmuştu. Üzerinden on beş yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen; "çok sevdiğin biri ölünce hayat nasıl devam edebilir ya," diye sorduğumda annemin cevabı hâlâ; "etmiyor ki" oluyor.

Biz, ölümü o kadar da iyi tanımamamıza rağmen hep ölüm odaklı yaşıyoruz. Telefonda annem babaannemin kalp krizi geçirdiğini söylediğinde; "öldü di mi?" diyorum. Biri bana "ben kanserdim," dediğinde; "hay allah nasıl ölmedi ki, yok yok, yakında ölür," diyorum içimden. Biz hastalıkları isimlerine göre değerlendirip ölümle bağdaştırmayı çok seviyoruz. Kanser, aids, verem ya da bu yeni duyduğumuz skleroderma... Bunların hepsi eşittir ölüm! Grip, nezle, tansiyon, şeker... Bunların hepsi eşittir olur öyle şeyler. Televizyonda, internette bangır bangır gripten ölen yüzlerce insan anlatılıyor, kanser çeşitlerine geliştirilen tedaviler anlatılıyor. Biz hâlâ kafamıza yer eden korkunç kelimelere göre değerlendiriyoruz ölümü. Tanrılar, ne kadar kara cahiliz!

Biz, hasta olmadan önce öğrendiğimiz hastalık isimleri doktor raporlarında bizim adımızın altına yazıldığında telaşa kapılıp hemen tabii ki öleceğimizi düşünüyoruz. Her ateşlenip kustuğunda herkesle vedalaşan, geceyi çıkaramayacağını düşünen, kendi cenazesini kafasında canlandırıp saatlerce ağlamış biri olarak en az üç kuşaktır süren bu salaklığımıza bi' son vermek istiyorum. Öyle, içimi dökesim geldi; rahatladım.

Örnek bir telefon görüşmesiyle bitirmek istiyorum;

Anneannem: (nefes nefese) Simay! Çok kötü bi' şey oldu!
Simay: Noldu noldu noldu!
Anneannem: Ama çok kötü yani.
Simay: Noldu söylesene!
Anneannem: (ağlamaklı) Ben napıcam, bilmiyorum.
Simay: Anneanne allah aşkına noldu, bak yere oturdum, noldu, birine bi şey mi oldu?
Anneannem: Annen!
Simay: NOLDU YA?
Anneannen: Annen çok kötü!
Simay: (öldü herhalde, diye düşünerek) Nerede annem?
Anneannem: Annen diyeti bırakacakmış. Çok üzülüyorum.

31 Ocak 2014 Cuma

Tek Ayak Üstünde Dururken Ben...


Arkadaşlıkla ilgili görüşlerim ve kurallarım iyice şekillendi. Bu konuda her zaman biraz acımasız olmuşumdur zaten. O yüzden etrafımda "he" dememi bekleyen, başıma bir iş geldiğinde ya da çok mutlu olduğumda yanıma koşacak onlarca insan yok.

Ben kendini anlatan insanları sevmiyorum. Kendini arkadaşlarına anlatan insanları hiç. Hiçbir şeyden şikayetçi olmayan insanlardan korkuyorum. Sağda solda mutluluk tablosu çizenlerden, sorunsuz ve huzurlu olduğunu göze sokanlardan da. Biraz benim karanlık bi' dünyam olduğu için belki; ama ben mutsuz, sorunlu, ağlayan insanları daha çok seviyorum. Çünkü biliyorum ki aklı olan herkes zaten mutsuz, en azından mertçe içini döken insanları seviyorum işte.

Konserine kaç kişinin geldiğinden, yaptığı işten ne kadar prim aldığından, sonunda doğru insanla karşılaştığı için ne kadar düzgün bir ilişkisi olduğundan, babasının yazlık bahçesine kondurduğu çardaktan, geçen gün yeni taktırdığı jantlarından, bir haftada kaç kitap okuduğundan, Mango'daki elbiseleri beğenmeyişinden, son altı ayda kaç kızla "çıktığından" başka bir muhabbeti olmayan, içi bir şeyler için yanmayan, yandığını saklayan insanlardan uzak durmak en büyük hakkım. Şu yazdığım ve yazmadığım muhabbetlerin hepsinde bir hesap var; ve aileler bile arkadaşlıklardan daha fazla hesap kitap kaldırabilir bence.

Başarlarını ve başarısızlıklarını görmeyi bence arkadaşlarına bırak. Bırak da "sen ne kadar çok kitap okuyorsun," desinler; bırak da "siz de Ahmet'le ne kadar yakıştınız birbirinize, ne güzel," desinler; bırak da senin kalçaların geniş, o eteği giymeseydin," falan desinler ya. Eğer kontrolü hep kendinde tutacaksan arkadaş senin için başarılarını çerçeveleyip üzerine çaktığın bir duvar mı olacak? Arkadaş, içine başarını, mutluluğunu kustuğun bir klozet mi olacak? Madem arkadaş kullanmak için var; o zaman dünyaya, sisteme, sevgiline, çocuğuna, kendine duyduğun nefreti, siniri, bulantıyı atmak için kullan onu.

Ailene sakla bu başarı, huzur, keyif listelerini. Anneni arayıp "kocamla çok mutluyuz," de bak, nasıl mutlu olacak. Bayramlarda toplaştığınızda tüm ailene o sene aldığın primi anlat. Hepsi senin için ne kadar sevinecekler. Babana "bu maaşla geçinemiyorum ben" de bakalım, adamın gözüne uyku girecek mi aylarca, elinden hiçbir şey gelmiyorsa hele! Ailesiyle bu samimiyeti yakalayamayanların arkadaşlarına sardığını düşünüyorum işte.

Ben senin arkadaşınsam, bırak da mutluluklarını ben keşfedip senin için sevineyim, "amma gösteriş budalası" deyip seni bi' tık aşağı almayayım kafamda. Bana yapamadıklarından, içini yiyen şeylerden bahset ki, ben de arkadaş olmanın keyfine varayım seni, gerçeğini dinlerken. Bırak, yardım edeyim, birlikte olalım. Kaç kişi var birlikte olduğun, saysana bana?

Bilmiyorum be! O zaman kimse benimle konuşmasın, samimiyetsizliğiyle beni daraltmasın ya! Aman...

24 Ocak 2014 Cuma

Rüya Kulağı

Gülümseyerek uyuduğum zamanları biliyorum; ama kahkaha atarak uyandığım anlar nadirdir. Dün gece 22:17'de yatağa girip 22:30'da kahkaha atarak uyanıp şu notu yazmışım telefonuma:

Gerçekte neler olmuştu? 
Birkaç gündür bir öyküde öldürmeye çalıştığım, ama bir türlü öldüremediğim, kıyamadığım ihtiyar bir adam var. Adamın hareketleri, lafları, bir damla teri bile beni öyle etkisi altına aldı ki acaba bu adam için bir öykü dosyası mı hazırlasam, diye bile düşünüyordum. Dün akşam dişlerimi sıkıp adamı suratından öldürdüm. Ertesi gün onu iki boyutlu hale gelinceye kadar ezmeyi planlayıp defteri kapattım. Benim için büyük bir yükten kurtuldum aslında. Çünkü adamı sırf öldürmek için yaratmaktan dolayı huzursuzum. Hak edip etmediğini tartmaya çalışıyorum. Neyse, bunlar benim saçma kurgu hayatımda yaşadığım boktan anlar. Sonunda öldü ve rahatladım, diye düşündüm.

Rüyada neler olmuştu?
Uykuya dalıp rüyaya başlamam ve rüyayı bitirmem on üç dakikamı almış, bu biraz korkunç. Neyse... Rüyamda kalabalık bir yerdeydim. Gerçekte yarattığım ihtiyar karakter, rüyamda beni bu kalabalık içinde buldu ve bana doğru yaklaşırken herkese bağırmaya başladı: "Bu kız beni öldürmeye çalışıyor. Duydunuz mu? Beni öldürecekmiş, peh!" Sonra suratını suratımın dibine kadar getirdi ve; "Dur dur, rüya kulağına söylemiyim şimdi unutursun, uyuyan kulağına söyliyim," diyerek o anda uyuyan Simay'ın kulağına eğilip; "Sen beni öldüreceğini mi sandın?" diye bağırdı. Bu bağırma gerçekti, çünkü rüyadaki kulağımla değil, gerçek kulağımla duydum. Hatta biri kulağına yaklaşıp bir şey fısıldadığında kulağın ürperir ya, işte öyle huylandı kulağım ve bu yüzden gıdıklanıp kahkaha atarak uyandım.

Saçma paralel yaşamlarımla rahatsızlık verdiysem kusura bakma.

Related Posts with Thumbnails