Pages

27 Ağustos 2010 Cuma

Oturuyoruz, Ellerimiz İki Yanımızda


Bugün yeni doğmuş kedi gibi her şeye şaşırıyorum.

Çeviri yaparken "Hayatıma şimdiye dek kaç kişi girdi acaba?" diye düşündüm. Kendimi hatırladığım anlardan beri acaba 500 kişi girmiş midir dedim. Yani illa içli dışlı olmak değil, tanışıklık manasında. Sonra 500 az geldi, sonra da çok geldi. Bir an "Kimseyi tanımamış olsam nasıl olurdum?" diye düşündüm. Sonra da "Tanıdığım insanlar fark ettirmeden bana neler kattılar da bu günüme geldim?" diye sordum. Son olarak bir liste yapmaya başlayacağım, boş zamanlarımda aklıma gelen kişileri ekleyeceğim. Her gün büyüyen bir liste, çok eğlenceli ve ilginç olacak!

Sonra dışarı çıktım ve karşıya geçmeden önce trafik lambası yansın diye basılan düğmelere her seferinde en az iki defa bastığımı fark ettim. Geri dönüşler yaşadım ve evet, hep böyle yapıyormuşum kendimi gördüm binlerce kez aynı pozisyonda.

Bazen kendimi aslında binme niyetim olmayan bir otobüste buluyorum. Bugün de öyle oldu ve o otobüsten indiğimde bunu yaptığımı unutuyorum hep. Ama bugün "Benim ne işim var burada ya?" diyerek düğmeye basıp indim hemen. Sonra şaşırdım, bunu hep yaptığımı, bir yerlerde aktarma yapmak planında olduğumu düşündüm. Sinirimi yatıştırdım.

Bu sebepten otobüsten indiğim için Aksaray metrosuna bindim ve bilen bilir metronun kendine has iğrenç bir kokusu vardır, her araçta, her vagonda her koltukta ve her camda hem de! O metronun kendine has kokusu değilmiş, bugün o kokunun sahibini gördüm. Kendimi inanılmaz şanslı hissettim ve düşündüm ki eğer herkesin kendi kokusunu tanıyacağını bilse adam asıl nasıl şanslı hissederdi? Sormak istedim, ama hiç o kadar rahat olamadım ki.

Adamın şokunu atlattıktan sonra kokan insanları düşündüm. Tamam insanın kendi kokusunu duyması biraz zor ama çok mu izole yaşıyorlar da etraflarında "Be abicim amma kokmuşsun!" diyecek kimseleri yok. Ya da hiç otobüste, metroda boşboğaz bir teyze yanındakine kendisiyle ilgili olarak ağız kıvırarak "Pis adam, kokuşuk adam!" gibisinden laflar etmemiş. Bana bir kere deseler bir ay dışarı çıkamam utancımdan. Şanslı hissettim kendimi, bunun yetişmeyle falan alakası yok ama iyi düşünmüşüm dedim kendi kendime.

Metroda ilk kez görevlilere nasıl yemek verildiğini gördüm. Bilmiyorum belki ramazana özel bir şeydir ama güzeldi. Elinde telsiz ve iki kocaman poşet olan bir adam ilk (kimine göre son) vagona biniyor, varacağı duraktaki görevliye telsizden haber veriyor. Yolda poşetten sayısına göre plastik kapalı tabldotları çıkarıyor, durağa gelindiğinde görevli onu kapının önünde karşılayıp yemekleri alıyor ve yolculuk devam ediyor. Adam bunu hava alanına kadar yapıyor, çok eğlenceli. Ben olsam daha eğlenceli hale getirebilirdim. Neyse en azından bu adamlar nerede yemek yiyor bütün gün burada sorumun cevabını almış oldum.

Metroya binerken ilk kapıdan girip inerken son kapıdan indiğimi, böylece çıkışa çok fazla yürüdüğümü daha önce düşündüğüm ve binerken yürümeyi tercih etmek için kendimi uyardığımı hatırladım yine sondan inince. Ve bu hatırlatmayı kendime onlarca defa yapmış olsam da binerken hiç düşünmediğim geldi aklıma. Bugün efsane bir gündü!

Yürüyen merdivenden hiçbir inişimi hatırlamıyorum. Bugün inerken bunu fark ettim ve "bunu hatırlamalıyım, o yüzden garip bi şey yapıcam" dedim. Son 4 saniye boyunca kalçamı merdivenin metal duvarına yasladım ve yürüyen merdiven biterken attığım o adımı atmadım, bekledim ki bittiğinde karaya öylece ayak basayım. Aynı zamanda duvar da bittiği için kalçama tutunma bandı çarptı ve kendimi karada buldum. Harikaydı, asla unutmam. Sonra da yürürken gerçekten inanılmaz ve hatırlanası diye düşünüp güldüm.

Eve gittiğimde İdil karnıyarık yapmıştı. Düşündüm de nasıl yapılacağını bildiğim ama hiç yapmadığım tek yemek karnıyarık. Kendime ceza verdim ve karnıyarığı ikiye bölüp sadece yarısını yedim. Diğer yarısını yaptığımda hak edeceğim dedim. Neyse zaten aç değildim.

Uzun bir süredir yürürken başımı öne eğiyordum. İnsanları incelemeyi çok seviyorum ama incelendiğimi görmek rahatsız ediyor, çünkü benimki gibi bir niyeti yok insanların. Neyse bu derin bir konu. Kafamı kaldırdığımdaysa genelde somurturum, kaşlar çatık falan. Bugün dedim ki bence biraz gülmeliyim. ağzımı iki kenara yaydım, benim için zor olmadı, çünkü zaten aklımda koca gün yaşadığım güzel şaşkınlıklar vardı. Sırıta sırıta gidince insanların bakışlarının değiştiğini gördüm. Bana değil etrafıma bakmaya başladılar, acaba ne var da bu kadar gülüyor bu kız diye bir düşünce sanırım. Bense bunu avantaja çevirip dur biraz daha özgüvenim olsun diyerek kafamı da sağa sola sallamaya başladım. Gerçekten, o arabalardaki sallabaş köpekler gibi. Sırtında kocaman bir çanta, elinde tripod, ama kamerası ya da fotoğraf makinesi de yok. Hay allah diye ben de bir dönüp bakardım etrafına bu kızın.

Durağa giderken merdivenin başında bir çift gördüm. Kız konuşuyordu, adam bana bakıyordu. Kızın "Beni dinlemiyorsun!" dediğini duydum. Adam da "Şu kıza bakıyordum ya." dedi aptal cesaretiyle. Kız nedenini nasılını dinlemeden bana baktı ve anında adamın boynuna bir tokat indirdi. O anda gözlerimi patlattım ve bütün sırıtmam gitti yüzümden. Merdivenden indim, başımı eğdim ve somurtarak geçtim yanlarından. O anda belki de egomun tavan yapması gerekiyordu. Kadınlarda vardır ya bu. "Benim yüzümden sevgilisinden ayrıldı, benim için kavga etti..." bıdı bıdıları. Bende yoktu, olamayacağını da anladım. Hemen soru sormasa ve haksız durumda da olsa kızla empati kurdum. Benim sevgilim olsa ben nasıl davranırdım diye sordum kendime. Cevap veremedim. Çünkü olmadan önce bir durumu düşündüğümüzde hep mantıklı cevaplar veririz. Olması gerekeni ancak düşüncelerimizde uygularız. Belki de o durumda o anda ben olsam yıllardır bacağımda sakladığım silahımı alıp aynı sağ boyundan vururdum onu. :)

Başım önde, somurtarak bindim otobüse yine. Hoş geldin Simik dedim. Birkaç durak sonra bir kız geçti yanımdan. Bana hiç dokunmadı ama sıcak rüzgarı geçti üstümden. O kadar rahatsız oldum ki, sonuçta başkasının ısısı, benim üzerimde ne işi var diye kollarımı sildim ellerimle. Saçmaladığımı düşündüm sonra. Bu çok basit bir şey ve bu kadar takmamalıyım. Birden kızı unuttum ve yine kendime döndüm. Ya ben de insanlara böyle bir sıcak rüzgar estiriyorsam? Zaten iğrenç bir sıcaklık var havada, ya ben de daha fazla ısıtıyorsam? Sonra kendime çok aptal bir sonuç çıkararak tatmin oldum. Ben soğuk bir yapıdayım, tanımadığım insanlara karşı hep mesafeli ve gıcığımdır. Yani soğuğum işte. Olsa olsa buz gibi bir rüzgar estiririm dedim. Bu da belki insanları ferahlatır diye düşündüm. Hatta sonradan asla uygulamayacağım bir karar verdim. Bundan sonra insanlara hiç dokunmamaya çalışarak çok yakınlarından geçeceğim. Sırf iyilik olsun diye. Ya bi git! Şimdi gülüyorum şu salak sonuca. Isıtıyorumdur tabii ya, salak mısın? Neyse bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum.

Burada köşede temizlik malzemeleri satan küçük bir dükkan var. Orada genç bir adam ve bir transeksüel duruyor. İkisini sürekli cilveleşirken görüyorum, ilk zamanlar garip gelse de artık alıştım. Ama bugün beni asıl şaşırtan şu oldu; genç adamın annesi de yanlarındaydı ve kadın gayet iyi görünüyordu. Kendimi onun yerine koydum, oğlum bir transeksüelle birlikte olsa belki de "Ortalıkta kadın mı kalmadı?" gibi yobaz bir soruya kadar vardırabilirdim bu işi. Ya da en iyi ihtimalle memnun olmaz ama sesimi çıkarmazdım, ama memnuniyetsizliğim davranışlarımı etkilerdi, onlarla oturup kahkahalarla muhabbet edemezdim mesela; sanırım. Bilmiyorum işte n'apardım. Kadın belki de "Aman bizim oğlan bunu hamile de bırakamaz, başımıza kalacak değil ya; eğlendirsin gönlünü, elbet bir gün çocuk isteyecek, o zaman bırakır." diye düşünüyordur. Ya da bilmiyorum, gerçekten onaylıyordur. Karışması haddine değil, düşünmek de benim haddime değil ama benim empati sınırlarımı aşıyor. Aman yine de hoşlanmıyorum cinsiyet değişiminden. Çünkü fazla düşünüyorum hayatlarını.

Bu düşüncelerle eve kadar geldim, merdivenleri çıkarken düşündüm de bu sokakta sadece Barış'ın apartmanının kapısı var. Yani mesken olarak. O yüzden insanlar biz apartmana girerken bön bön bakıyor. Bir şeyin tek olması hep dikkat çeker ya. Ama bu unutulmaz, hayat değiştirici teklerden değil tabii. Yine de şaşırdım bunu hiç düşünmediğime.

Ve en ilginci de tam kapıyı açarken oldu. Aşağıdan ayak sesleri geldi, ben kapıyı açarken de "Bakar mısın?" diye bir ses. Baktım tabii aşağı. "Ya burası ne? Dernek falan mı?" dedi. Ben de gergin bir suratla, "hayır ev!" dedim. "Hadi ya? Burada mı oturuyorsun?" dedi kafasını uzatarak. "Hayır, iyi akşamlar." dedim. "Ya şey..." derken suratına kapattım kapıyı ve kilitledim. Mırıldandı indi aşağı. Korktum tabii ki, güvenmiyorum bu eve, insanlara hiç. Belki ben bir salak olsam bir sonraki cümlesi "bakabilir miyim içeri, çok merak ettim?" olacak ve ben de geç bak diye umursamayacağım. Sonu da cinayet falan işte! Neyse kilitliyim ve şaşkınım şimdi. Güvense güven bu kadar. İnsanlar ne kadar cesur ama! En çok 3 yaşımızda sorduğumuz "Bu nee?" gibi bir soruyu kocamanlıklarına aldırmadan pişkince sorabiliyorlar önlerine gelene.

Son olarak çok utanarak söylüyorum ki bu sabah bir ara "Aman Barış böyle uzakta olsa da ara sıra gelse ya İstanbul'a." derken yakaladım kendimi. Bacağıma bir çimdik attım, cezamı buldum. Arada oluyor böyle şeyler, yalnızken ve uzaktan gelen bir sorun olmadığında fazla huzurlu olmak da batabiliyor insana. Akıllı olmak lazım, ne istediğini bilmek ve istediğini yapmak.

Şimdi istediğimse cumartesi günü eve gidip annemle babama sarılmak, iyice bir karnımı şişirmek, arkadaşlarımı görmek, birkaç gün sonra da arkadaşlarım ve sevgilimle kumlara serilip bira içmek, ve yengeçsiz gecelerde ateş başında gülmek.

Bugünün fazladan heyecanına rağmen dediğim gibi artık oturuyoruz yavaş yavaş, ellerimiz iki yanımızda.

0 Yorum:

Related Posts with Thumbnails