Pages

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Masal Masal Matatas


Dün gece rüyamda müzede çalıştığımı gördüm. Annem gelip "bırak boş boş oturmayı da şu tablo*yu anlat insanlara" diye kızdı bana. O tablonun hikayesini biliyordum, Barış'a da anltmıştım ve işim çıktığı için Barış'tan insanlara anlatmasını istedim. Hikayeyi anlatamayışını uzaktan başka işler yaparken izliyor, bir yandan hikayeyi kendime fısıldıyordum:

Tarih öncesi çağlarda, şimdi Akdeniz kıyıları olarak bilinen yer. Sapsarı uzun dalgalı saçlı, yeşil iri gözlü, küçücük elleri olan bir kadın varmış. Bu kadın her ne kadar kendini halkın iyiliğine adamış bir hemşire olsa da kötü kalpli birkaç kişi hakkında dedikodu çıkarmış. Neymiş efendim savaştan dönen erkekleri tedavi ettikten sonra onlarla birlikte olup onları büyülüyormuş. Şehrin kadınları artık kocalarına bu kadın yüzünden sahip çıkamaz olmuşlar. Şehirdeki tüm erkekler hemşirenin kapısında sabahlar olmuşlar. Hemşire sabah kalkıp işine gidiyor, akşam olduğunda da evine dönüyormuş oysaki. İşi dışında kimseyle konuşmuyormuş.

Kapısının önünde biriken hediyelere dokunmuyor, iltifat dolu mektupları okumadan yakıyormuş. Şehrin kadınları bu durumdan yakınıyorlarmış ama işin aslını kocalarına hiç sormuyorlarmış. Kendi aralarında çıkardıkları dedikodulara kendileri de inanır olmuşlar. Güzel hemşireyse duruma çok üzülüyormuş. Kimsede gönlü yokmuş, kimseyle beraber olmamış ve işi gerektirmedikçe hiçbir erkeğe elini bile sürmemiş. Tek isteği ülkenin huzuru için savaşta yaralanan erkekleri iyileştirmekmiş. Büyü yaptığı da yokmuş. Erkekleri büyüleyen sadece hemşirenin güzelliğiymiş.

Şehrin kadınları toplanıp krala gitmişler, hemşireyi şikayet etmişler. Kral da ülkesini düşündüğünden savaşçılarını böyle bir büyücü yüzünden kaybetmek istememiş. Adamlarını gönderip hemşireyi sarayına getirtmiş. Hemşire ağlayarak durumu anlatmaya çalışmış. Kral da kadının güzelliğinden etkilenerek ayaklarına altınlar döktürmüş. "Bundan böyle benimle yaşa, hem hemşirem hem kraliçem ol, bu ülke senin olsun." demiş. Kadın bunu kabul etmemiş, ona hizmet etmekten onur duyacağını ama kimseyle olmak istemediğini anlatmış.

Reddedilmeyi asla kabul edemeyen kral kızı alıkoymuş ve düğün yapmaya karar vermiş. Ülkenin her yerinden tüm halkı düğüne davet etmiş. Şehrin kadınları hemşirenin kralı da büyülediğini düşünüp sinsice bir plan yapmışlar.

Düğün günü gelmiş, tüm halk dağın tepesindeki sarayın bahçesinde toplanmış krallarını ve yeni kraliçelerini alkışlıyormuş. Şehir kadınlarından bir tanesi kraliçenin yeni hizmetkarıymış gibi göstermiş kendini. Sarayın balkonuna kadar eteklerini taşımış hemşirenin. Hemşire üzgün bir şekilde halkı selamlamaya çıkmış balkona. Hizmetkar kılığındaki kadın eteğini tutuşturuvermiş hemşirenin. Bir süre sonra yandığını anlayan hemşire bağırmaya başlamış. Olduğu yerde çırpınırken balkondan düşmüş alevler içinde. KAlabalık olayı uzaktan seyretmiş, hiçkimse bir şey dememiş yapmamış bu olay karşısında. Kral bile kraliçesinin yanmasını öylece izlemiş. Hemşire öyle acı çekmiş öyle ağlamış ki gözyaşları, yanan bedenini söndürmüş. Kendine geldiğinde her yeri kömür gibi yanmış olarak bulmuş kendini. Aynaya bakamaz olmuş o günden sonra. Tüm güzelliği gidince erkekler de ondan nefret etmeye başlamışlar. Savaşta yaralanan askerleri bile tedavi etmesi için ona götürmüyorlarmış artık.

Bir gece aç susuz dağlara vurmuş kendini hemşire. İstediği tekrar beğenilmek değil, yeniden faydalı olabilmekmiş. Eğer faydalı olamıyorsa yaşamasına gerek de yokmuş. Uçurumun kenarına gelmiş. Oturup ağlamış insanlığın haline ve kendini sonsuz boşluğa bırakıvermiş. Kayalara çarpa çarpa düşmüş hemşire. Sarı dalgalı saçları uçurumun tepesinde kalmış, başı da hemen altında. Yanmış vücudunun düşerken parçalandığını izlemiş, daha da acı çekmiş, daha da ağlamış.

O kadar çok ağlamış ki uçurumun tepesinden yerlere kadar sular fışkırmış, kocaman bir şelale oluşmuş. Bu Düden Şelalesi'nin hikayesiymiş. Şimdi Düden Şelalesi'nde yüreğinde iyilik taşıyanlar tepelere kadar çıkıp hemşirenin gözlerinden içeri girebiliyorlarmış. Kanadında kötülük taşıyanlarsa ancak aşağılardaki ağız kısmından mağaralara girebiliyorlarmış. Hemşirenin gözlerinden hem manzara daha şahaneymiş, hem de sular daha taze. Mağaraların duvarları, yerleri ise yosun tutmuş, giren kayıp düşüp ölüyormuş.

Ne güzel bilinçaltı denen şey.

* Öyle bir tablo yok, zamanım olduğunda ve yapabileceğimi düşündüğümde çizip buraya koyarım artık.

0 Yorum:

Related Posts with Thumbnails