On dokuz yaşımdayken bana "evleneceksin" deseler takla ata ata gülerdim, gerçek takla, düz ve ters. Çünkü evlilik benim için yasal seksten öte bir şey değildi ve aksi kafam bu gibi şeyleri hep yasalara boyun eğmek olarak görürdü; ben o hiç sevmediğim devlet ve ahlâk kurallarına boyun eğerek asla yaşamayacaktım.
Bunları kesinlikle görüşümün değiştiğini belirtmek için yazmıyorum. Sadece takla atarak gülmüyorum şimdi. Evlenerek yaptığım şeyin tüm bunlara boyun eğmek olduğunu hâlâ düşünüyorum. Çok açık konuşmak gerekirse ben o imzayı anne ve babam huzurlu olsun diye attım, yoksa o koca defterde sadece isimlerimiz vardı, birbirimize verdiğimiz hiçbir söz yoktu. Dürüst, saygılı, hoşgörülü olacağım, yazmıyordu. Seni çok seviyorum, bile yazmıyordu. Ulan Can, beni aldatırsan seni öldürürüm, gibi bi' ifade de yoktu. Zaten o yüzden Hristiyan törenlerini daha çok seviyorum. En azından iki kelam edip birbirlerine tutabileceklerini düşündükleri sözleri veriyorlar.
Neyse, şimdilik evli olmanın bana bir getirisini görmedim. Biz zaten birlikteydik, bi' evimiz vardı, her sabah 6:15'te uyanıp kahvaltı ediyorduk. Hafta sonu yemek listesi ve alışveriş yapıyorduk, falan filan. Değişen bir şey yok. Ancak düğün konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sırf düğün ve nikah töreninde başrol olunabilmesi için bile homoseksüel evliliğin de yasal olması şart. Bunu herkes bir kere de olsa yaşamalı.
Haftalarca kendinizi bok gibi hissediyorsunuz. Bu masaya kimi oturtsam? Acaba Himmet Abi gelecek mi? Nikah şekerleri yetişecek mi? Bu gelinlik çok mu dar oldu, içine girebilecek miyim? Masalara kuşlu şamdan mı koysak, yoksa simli mi? Kuzu mu olsun, dana mı? Milletin ağzının kenarına bulaşacak yemekleri sileceği peçeteleri bile düşünüyorsunuz. Bütün bunlar beraberinde tek bir soru getiriyor:
Değer mi? Rüyalarınızda bile bu sorudan kurtulamıyorsunuz. Cevabı belli, değer; çünkü...
O gün geliyor. Hiç heyecanlanamıyorsunuz, çünkü gerçekten yorgunsunuz. Kuaförde saçınız çekiştirilirken uyukluyorsunuz. Tüm işlemler bitip de o gelinliği giydiğinizde dünya tersine dönüyor. Gerçekten başka bir boyutta, herkesin sevecen ve iyi yürekli olduğu bir paralel evrende süzülmeye başlıyorsunuz.
Tüm gün egonuzu müthiş yemeklerle besliyorsunuz. Ne kadar güzel olmuşsun! Ah yavrum, su gibisin! Yalnız, gördüğüm en güzel gelin sensin! Gelinliğin de bir harika! Gözlerin ne kadar güzel! Ama baksana Simay, bebek gibi olmuşsun! Ayy, ne çok yakışmışsınız! Çok tatlı bir çift olmuşsunuz! ... Sonu yok, gerçekten, herkesten ayrılıp ayna başında kafanızdaki yüz bin tane tokayı çıkarmaya başlayana kadar ucu bucağı yok iltifatların.
Gecenin sonunda bir an normal halim çok mu çirkin acaba diye düşünüyorsunuz; ama bu iltifat yemekleri egonuzu o kadar çok şişirmiş oluyor ki, ay gerçekten de çok güzelim, deyip saç sallıyorsunuz bu düşünceye de.
Bi' de biz kadınlar tatile gidince ortalığı kolaçan edip benden güzeli var mı, diye endişeleniriz. Hatta bazen havlumuzu yaşlı, çirkin, şişman, selülitli kadınların yanına sereriz ki kendimizi daha iyi hissedelim. İşte düğünde depolanan bu iltifatlar burada işe yarıyor. Yola o kadar büyük bir özgüvenle çıkıyorsunuz ki tatilin en azından ilk üç günü hiç böyle endişeleriniz olmuyor. Zaten dünyanın en güzeli sizsiniz! Bunun adı da balayı!
Mutuluklar canım. Değermiş.