Bazen böyle telefonlar alıyorum, bazen de mail ya da mesajlar. Ne kadar tuhaf. Hayatının belli bir bölümüne tanıklık ettiğim birileri bin yıl gibi uzun bir süre sonra bile geri dönüp anlaşılmayı bekliyor. En çaresiz kaldığı anda tanıdık bir yüze, sese, ele başvuruyor. Bunu ukalalık olsun diye söylemiyorum. Tamam, insanların "bir tek sen" ile kurduğu cümleleri seviyorum herkes gibi; ama kendimi bu kadar anlaşılmaz bulurken başkalarında böyle izlenimler bırakmak gerçekten garip.
Benim bunu söyleyebileceğim kimse yok mesela. Neden yok? Bilmem, kısım kısım beni tanıyan, anlayabilecek insanlar geliyor aklıma; ama ben dibe çöktüğümde başkalarını da benimle çekmek istemiyorum sanırım. Hayır, bu haksızlık falan da değil, belki o ele uzansam dibe çökmekten de kurtulurum; yapamıyorum. Bana ağır geleni başkasıyla paylaşamıyorum. Asla hiç kimsenin tam anlamıyla beni anlayamayacağından emin olduğum için böyle zamanlarımda yıllar öncesinden birine telefon açamıyorum. Belki bir ihtiyaçtır bu, belki gerçekten rahatlatıcı bir etkisi vardır; ama yapamıyorum.
Beni arayanları ise dinlemeye ve anlamaya devam ediyorum. Çok mu iyi yürekliyim? Hayır! Bazen sırf anlaşılmaya çalıştıklarında bana dönmeye yeltenen insanları bencilce hakaretlerime de boğuyorum. Telefonu kapatıyorum, tekrar çalıyor. Kesinlikle iyiliğimden değil, müthiş bir beynim, inanılmaz bir empati yeteneğim de yok. Anlıyor muyum? Bana kalırsa evet, ama aslında anlamıyorum. Benim "beni bir tek sen anlarsın," diyebileceğim kimse yoksa ben de o kimselerden biri değilim bence.
Dün sabah alelacele bir öykü yazdım. Sonra yıllar boyunca kulağımın bir köşesinde bana "seni bir tek ben anlarım," diye fısıldayan sesin aslında benim sesim olduğunu anlayıp kendi içimde ufak bir aydınlanma daha yaşadım.
Seni bir tek sen anlarsın, bu bile çok zorken ben...
Beni fiziksel olarak hasta eden iki şarkı var. Şimdi bile ne zaman duysam midem sancıyor, ağzımda tükürükler toplanıyor. Kendimi, kafamı dağıtmadan asla toplayamıyorum.
Önce Küçük Beyoğlu kapanıyor. Sabahın dördü olmuş, ne uyumuşum, ne bir işe yaramışım. Öylece durmuş bir cips paketinin içine tükürüyorum.
Çalıyor, Haluk Bilginer'den de nefret ediyorum, hâlâ çalıyor. Belki bir ton edecek çöp çıkarıyorlar sokağa, Ceset ceset, kocaman, kara kara taşınıyor. Sonra hortumla yıkanıyor sokak, litrelerce su süzülüyor köşeden, pis, kusmuklu, köpüklü... Yapış yapış sokak bir anda tertemiz oluyor. Kokusu geliyor yukarı, taze.
Şarkı bitiyor, sokak boşalıyor, kapılara kilit vuruluyor. Ben hâlâ tükürüyorum. Cips paketi doluyor, bir başka poşete başlıyorum sonra. Tükürüyorum sadece, artık ne yaptığımın bile farkında değilmiş gibi işte.
Pencerenin içine yerleşiyorum bacaklarımı toplayıp, elimde poşet, gözüm bomboş sokakta. Midem sancıyor, karşımda biri olsa konuşamayacak kadar tükürükle doluyor ağzım, her an. Tükürüyorum, her sabah olduğu gibi bekliyorum.
Kahkahalar geliyor, beni korkutan bakışlarıyla gözümün içine nefretini kusup aşağıdaki herkesle paylaşıyor kahkahasını bir adam. Toparlanıyorum, görmemiştir inşallah, "gecelikle böyle camda kendini mi sergiliyorsun sen?" demez inşallah. Toparlanıyorum. Şarkı başlıyor sonra.
Bu sefer soktuğumun Pendor'unda temizlik başlıyor. Kırık camlar, ıslak izmaritler, sahipsiz binaya taşınan o gri sandalyeler, masalar... Bir hortum da buradan aşağıya, hepsi akıntıya kapılmış; insanı sarhoş, tozu çamur. O poşeti de atıyorum. Yenisini açıyorum, başlıyorum tükürmeye, duramıyorum.
Şarkı bitiyor. Gün bitiyor, bir berbat gün daha bitiyor. Sabahın altısında kimi oflayıp poflayarak uyanırken yeni güne, burada gün yeni bitiyor. Yastığa koyuyorum başımı, kahkaha değil belki ama biraz güler yüz istiyorum, belki saçımın tellerinde dolaşan tek bir parmak. Son umutla yastığa koyuyorum başımı, hemen yanına da poşetimi; çünkü hala tükürüyorum. Umudum tükeniyor, uyuyamıyorum, tüküre tüküre çıkıyorum dışarı, yalnız. Sessiz, buz gibi yıkanmış caddede ağlayarak yürüyorum. Gün daha bitmiyor, yanılıyorum.
"Şikayetiniz nedir?"
"Sanırım midem. Çok bulanıyor. Hem, tükürmeden duramıyorum, ağzımda birikiyor, duramıyorum."
"Alkoldendir, çok mu içtiniz?"
"Hiç"
"Önemli bi şey yoktur, şimdi sistemimiz kapalı ama öğlen devam ederse yine gelin kaydınızı alalım."
Şu tavuğun neden karşıya geçtiğini öğrenmek istemiyorum artık. Bir sürü ya da yetmeyecek kadar az cevabı olan sorulardan da kurtulmak istiyorum.
Neden varım? Çünkü işte. Çünkü...
Sormasana, ıslansana, silkelensene, gözlerini açsana. Sorma biraz, durdur kafanı. Bırak tavuklar yüzünden trafik kilitlensin, bırak bir saniyede bedenini çökertecek olan ölüm sen beklemeden gelsin, biraz bırak da bir gün yirmi dört saatte bitsin uzatmadan. Çok güzel şeyler var, yazılar ve fotoğraflar, en güzeli de resimler. Çok güzel resimler var ve hâlâ resimlerde neyin anlatıldığını soruyoruz kendimize. Delirdi ve çizdi, bu kadar. Üstüne gitme artık kendinin.
Biliyorum, yazmanın, bunları da düşünebiliyor olmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini. Ne? İnsan depresyonda olduğunu nasıl mı bilebilir? Saatine bakarak tabii ki...
"Yazdıklarımda simgesel anlam arayanların boynu altında kalsın."
Sürekli yakın ya da uzak geleceğe rezervasyon yaptırıyoruz, birilerinden randevu alıyoruz. Acaba neyimize güveniyoruz? O ajandaları neden tutuyoruz? Gerçekten o anları yaşayabileceğimizi düşündüğümüz için mi; yoksa bitirebildiğimiz bir yılın ardından bakıp "ah şunları yapmışım" diyebilmek için mi?
Tüm gece uyutmayan bir düşünce... Bir adam var, az önce hafta sonu için otel rezervasyonu yaptırdı, şimdi öldü. Evet tam da şimdi.
Yorum yapamadan, sorguladığında çıldıracağını düşündüğünden hiç irdeleyemeden geçiştirmeye çalıştığın bir durum, bir durumlar silsilesi. Hiç sinirli değilim buna, ancak ağzımı kapatamıyorum.