Kan isteyenler, trombosit isteyenler, ilik isteyenler, böbrek isteyenler... Bitmiyor, bitmeyecek de. Dünyada yeterince hastalık ve ölüm varken bir de salaklıkla uğraşıyoruz ama biz. Hem de kaderle ya da şansla değil, tercihle gelen salaklıkla. Bazen sırf yaşadığımız için duymamız gereken üzüntü ve endişeyi, insanların, hepimizin şımarıklıkları için duyuyoruz. Her gün, hatta her an birilerinin değer verdiği birileri yok oluyor. Toprağın altına gömülüyor, yakılıp havaya denize karıştırılıyor, kimisi de siyah kocaman poşetler içinde şehrin dışındaki kocaman çöp yığınlarının arasına karışıp çürütülüyor. Bahsettiklerim insan, biziz. Bunların olduğunu ve olmaya devam edeceğini sürekli unutup düşüncesizlik denizinde son moda mayolarımızla yüzmeye devam ediyoruz. Paramparça oluyorum kim bizi böyle kör etti, diye düşünmekten. Söyle lütfen. Söyle de tuttuğum çişimi bırakayım gitsin üzerine.
O "basit, gösterişsiz yaşam" tanımıyla yaşadığın; ama üzerinden oluk oluk merak ve özentilik akan hayatını kısık bakışların, büyük sözlerin ya da sopa yutmuş duruşların asla saklamıyor. Şu soktuğumun dünyasında otuz yıl geçirip hâlâ ellerini nereye koyacağını bilemediğinden başkalarının hayatlarına sokuyorsun ya; işemek istiyorum üzerine, buzlarını eritmek, yanan yerlerini söndürmek için.
Kafanı bir öğlen yemeğinde durduk yere ellerinin arasına aldığında, içindeki o kocaman yapış yapış kıvrımlı etin aslında böyle olmaman için vücuduna sokuşturulmuş olduğunu hatırlıyor musun? Şükür ya da teşekkür, hiç ediyor musun? Canım, keşke ölecek kadar şanslı olsan ve canı yanan insanların, hayvanların acılarını bir kere bile hissedemeden defolup gitsen. Yapabilenlere, yaşayabilenlere biraz daha yaşam alanı bıraksan; biliyorsun, çok kalabalık.
Ben mi? Seninle aynıyım elbette. Elbette kahretsin.