Nefesleri yaşamak için değil, ölmek için alıyoruz artık. Ne kadar olduğunu bilmiyoruz ama hep biraz daha, biraz daha yaklaşıyoruz. Ölümü yakın hissettiğimiz zamanlarda kaç kişiye söyledik "Aysel git başımdan, ben sana göre değilim!" diye? Kurtarıyoruz zannetmedik mi onları ölümümüzün yasından? Kaç kişiyi kendimiz gibi olmadığı için suçlayarak, "sorun sende değil, bende" deyip geçiştirdik? Çoğunlukla karanlık yanlarımızı bahane edip kaçmadık mı insanlardan; aynı zamanda acıma ve anlayış bekleyerek? "Çirkinim," derken ağzımızı kapatacak bir el beklemedik mi? Aksini iddia edecek bir dil? Bizi güzel görecek bir çift göz?
Bekledik, kaçarken hep arkamıza baktık, arkamızdan koşacak bacaklar diledik; önümüzde upuzun duracak bedenler. "Gitme" diyerek bükülen bir boyun... Hep bekledik. Beklediğimiz olmadıkça gittik, gittik. Hep bir yerden bir yere gittik, durmadan. Blöflerimizi yemedi kimse, gittikçe kaybettik, kaybettikçe gitmeye devam ettik.
Durunca da şaşırdık. Dört yanımızda duvar gibi geldi o eller, o gözler, bacaklar ve o kocaman varlık. İsteklerimiz, blöflerimiz, hiçbir oyunumuz sökmüyor ona. Vurdukça geri dönüyor tokatlarımız. Durduracak upuzun bedenler de varmış diye öylece duruyoruz şimdi.
Kötü, karanlık, çirkin olmamıza rağmen; tüm deneyimsizliğine, zıtlığına, bize göre olmamasına rağmen duruyor işte, durduruyor. Gidemeyiz artık, gitmeye çalıştıkça karşımıza çıkacak, biliyoruz.
"Aysel git başımdan, seni seviyorum."