Pages

14 Aralık 2011 Çarşamba

Her Cebe Göre Gerçeklik

Çalışıyor olmanın bir sürü dezavantajı arasına mükemmel etkinlikleri kaçırmayı da ekliyorum artık. Sinemaya tiyatroya akşamları ya da hafta sonları da gidebiliyoruz, konserlerin çoğu da akşam saatlerinde oluyor ama çalıştığımız için hiç takip etmediğimiz gündüz aktiviteleri de var. Dün Harbiye'de yürürken gözüme çarpan afiş bunu anlamamı sağladı.

Bizler çalışırken sanat camiası uyanık ve birbirleriyle iletişim halinde. Dün 20 dakika kala Bahman Ghobadi söyleşisi olduğunu gördüm ve koşa koşa gittim, son anda yetiştim ve dün çalışmadığım için kendimi gerçekten şanslı hissettim.

Sinemaya gönlünü kaptırıp film çekmek için her şeyini satmış, sansüre müthiş sembolik anlatımıyla göğüs germiş, genç ve başarılı bir insan Ghobadi. İstanbul'un benim artık unuttuğum yanlarından bahsetti. Sabah uyanıp deniz kenarına gitme ihtiyacından, sanatı desteklemeyen yönetimine rağmen bu şehrin kocaman bir ilham kaynağı oluşundan bahsetti. Umutlandım bir sürü. İş hayatına dalıp sanatı bir kenara bırakmamalı, sanatçıysanız da gerçekliği unutmayıp yaşamaya devam etmeli.

Kirasına zam yapmasın diye ev sahibinin karısını, çocuklarını filmlerinde oynatan, kasvetli bir ülkenin içi kararmış insanlarını sinemanın aydınlığına çeken dünyaca ünlü bir fukara sinemacının güzel işlerini takip et mutlaka.

Turtles Can Fly'ı izle mutlaka, No One Knows About Persian Cats'i de, ama özellikle ve ilk önce A Time For Drunken Horses'ı izle. Biraz kendini gerçeklikle dağıt, her şey mutlu sonla biten yapay kokulu aşk hikayeleri deği sinemada. Dünyada ne kadar kötülük varsa bu filmlerde de o kadarı var. Ne kadar umut varsa, ne kadar kayıp varsa gerçekte hepsi burada.

(senin kadar güzel bir kız var mı?)

Sonuç olarak dün, Empire'ın hazırladığı en iyi 500 film listesinden önce kendi oluşturacağım film listesini bitirmeye ve Ghobadi'nin sözünü dinleyip kafamda planladığım kısa filmlerden birini mutlaka çekmeye karar verdim.

Alakasız bir iş yapıyor olabilirim, ama bu benim içimdeki o eski arzuları silip atmam gerektiği anlamına gelmiyor. Artık hiç sevmediğim İstanbul'dan hala faydalanabilirim.

İçimde uyandırdığın o küçük umut için teşekkürler Ghobadi. :*

9 Aralık 2011 Cuma

Hele Sen Hiç Okuma!

Uzun süredir üzgünüm

"Sen her şeyi hak ediyorsun!" "Sen yaşayarak öğrenenlerdensin!"

Ne Can'ın ne de annemin kötü niyetleri vardı bu cümleleri söylerken. İyi tarafından bakabilerek söylediler tabii ki; ancak cümleler o kadar kapsamlı ki ve ben o kadar fazla zorluk çekiyorum ki artık hepsini kendim yarattığıma inanmaya başladım bu cümlelerden sonra.

Evet her şeyi hak ediyorum. Bana sevgisini veren insanları görmeyi de hak ediyorum etrafımda; bana elinin tersiyle kocaman bir tokat savuranların hırs ve nefretini de. Zira o kadar çok açtım ki kendimi, o kadar seçici olmadan gülerek karşıladım ki hepsini, kimi "deli" dedi vurdu, kimi "deli" dedi sevdi işte. Bir yandan ben kibarlık ve saygı gösterilecek bir insan, hatta gerektiğinde Simay hanım da oldum; aynen hak ettiğim gibi. Öte yandan yine aynen hak ettiğim gibi, yürürken kitap okuyor diye dalga geçilip, sen bana fazla iyisin diye itilip, sen ne bilirsin diye dayak atılıp, kısacası "gel gel sen de vur bak" diye oyuncak edilen bir insan da oldum.

Mor gözümü öpmeni de hak ediyorum işte, gözümün morartılmasını hak ettiğim gibi. Veriyorum ve alıyorum. Benim hayatım böyle, böyle de gidecek. Bende kötülük, yalan süzgeci yok, bende saygısız ve düşüncesiz insanlara kapatılan bir kapı yok; bende kapı yok, ortadayım, öylece duruyorum. Bir defasında rüyamda bir kadının çamura atılıp dövüldüğünü gördüm, ayakkabısının topuğu kırılmış, bembeyaz gömleği pislik içinde kalmıştı, dayak yiyordu ama durmuyordu, kaçmaya, darbeleri engellemeye çalışıyordu. O sıralar bir ayyaştım ben de bütün gece Galata'nın dibinde ağlayarak şarap içen bir pisliktim, gerçekten. Bilinç altım beni o kadını kurtarmak için çamura atlamaya itti rüyamda. Beni çamurda gören adamlar bana vurmaya başladılar, canım acıdı ama inlemekten başka bir şey yapmadım. Rüyamlarımdaki sinema efektlerini çok seviyorum, bunda da kadının toparlanarak uzaklaşıp otobüse yetişmesini gördüm slow motion olarak. Çok uzun zaman önce gördüğüm bir rüyaydı, şimdi hatırlıyorum, ama doğru hatırlıyorum. Ben buyum, ben acı, sevinç, kahkaha ya da ne bileyim kahır üst limiti olmayan biri gibi görünüyorum.

Nasıl olsa atlatır, nasıl olsa bir yolunu bulur, bu neşe daha ne ki, o daha nelere gülecek acaba diye iç geçirmeler duymaya başladım. Yanlış değilsin, ben böyleyim.

Başkalarının deneyimleri ancak ağzımı açıp şaşırmama, o başkasıyla empati kurup üzülmeme ya da sevinmeme yol açıyor. Bana bir şey öğretmiyor. Büyük sağlık sorunları yaşamış biriyle konuşsam bile oram buram ağrıyor diye şikayet etmeyi durduramıyorum. Ya da annesinin memesinden süt bile içememiş biriyle konuştuktan sonra üf annem de çok oldu diye şikayete devam edebiliyorum. Doğru söylüyorsun anne, ben yaşamadan gerçekten öğrenemiyorum.

Ben dizlerim çürümeden tekme yemenin ne olduğunu bilemedim; üç beş alıntısını okuyup, onu öven insanları dinleyerek Camus'nün şahaneliğini bilememem gibi. Kibar, saygılı ve kendine gerçekten inanan insanların aslında hiç var olmadığını düşündüm mesela, Can'ı tanıyana kadar. Suyun altında nefes almaya çalışırsam boğulabileceğimi ancak bunu yaparak anladım. İlk okulda deneyini yapmasaydık yağın, suya karışmayacağına da asla inanmazdım, kim ne derse desin.

Bazı zamanlarda yaşayarak öğrenmenin avantajını yaşayabiliyorsun, ama böyle şehirlerde böyle insanlarla yaşıyorsan o kadar hızla geçen zamana kişisel tecrübelerini sığdıramıyorsun, kabul etmiyor. Yaşamadan, denemeden bilmenin ya da biliyormuş gibi yapmanın ezikliğini yaşıyorsun. Ben yaşayamıyorum. 26 yıldır yaşıyorum neredeyse ve hala hazıra konamıyorum.

Yaşamadan öğrenemiyorum annem, doğru söylüyorsun. Belki dediğin gibi bu beni daha da güçlü kıldı ve kılıyor; ama zamanın gerisinde, nefret ettiğin bir şehirde yaşamak için bu güç hiç yeterli değil.

Napıyoruz, ne için yapıyoruz, biliyor musun? Hiçbir şey yapamıyoruz, ve bunu kendimiz için kendimize yapıyoruz. Çünkü aslında o çok söylenen söz yalan çıkıyor artık; başka bir hayat mümkün değil işte!

Pis Eyle Beni


Haftalarca duş almamayı tercih ederim eğer kafam deniz suyuna batıp çıkacaksa. Evet özlediğim kısımları var eski hayatımın.

Bütün bu stres dolu insanlarla yaşamaktansa kocaman iki tane köpekle yaşamayı istiyorum. Devrile devrile gülmek, korkmak ve yalnız kalmak; hepsinden arınmak, biraz güzelleşmek istiyorum. Tatile ihtiyacım var. Şimdiden.

Ondan da emin değilim ya, neyse.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Görev Tamamlandı:1

Beni harika bir siteye yönlendiren Menek'e teşekkür ediyorum. O ve dengesiz parmakları olmasaydı iş saatlerim inanılmaz sıkıcı geçerdi. Odalarda Moda'larda yaşlı keyfi yapamazdım. Ve tabii ki 90'lar partisi neymiş bilemezdim.

Nuri Alço sayesinde geçirdiğimiz güzel geceler değil Menek sayesinde geçirdiğimiz güzel geceler var artık.

Aslında Menek dendiğinde akla ilk gelenler ya da tek gelenler bunlar değil. Menek 10.000 yıllık bir gelenek, adeta sonu gelmez öldürmez bir hastalık.



Ya bence oldu, yeter bu kadar.

Muaaah, dizlerine sağlık. :)

28 Kasım 2011 Pazartesi

Öğüre Öğüre Kusmadan Sadece 10 Dakika Önce

Bi Simay günü olsa keşke. Başkaları için yaşamaktan bunun gibi en sıkıldığım anlarda kafamı cama vurmamak için kendimi zor tutmasam da Simay günü butonuna bassam ve hepsi sifon gibi bi anda boşalsa aklımdan.


Sadece kendimi mutlu etmek için fırsatlar yaratabilsem. Aman o ne der, ah kırıldı mı şimdi diye düşünmeden. Ve insan yerine konulmadan yaşadığımı bir anda unutarak. 9:00-19:00 çalışıp eve gelip yemek bulaşık telaşına girip dudaklarımı yemeden. Günün 12 saatini başkaları para kazansın, başkaları temiz yaşasın, başkaları doysun diye endişe etmeden geçirsem.

İstediğim çok değil, ama hayalini bile kuramıyorum bu içine sıçılmış hayatımda. İstediğim sütlü tatlılar yapıp dizi izlemek, deniz kenarında yürüyüp müzik dinlemek, saate bakmadan kitap okumak ya da işte sırtımı yine  Galata'nın buz gibi duvarına yaslayıp ölümü beklemek. Ama huzurla.

Çok değil evet, ama bir günüm bunların ufacık bir kısmını bile yapmadan geçiveriyor. Her sabah aynı insanların enselerini izleyerek işe gidiyorum ve her akşam ortalama 6-7 şarkı eşliğinde işten eve yürüyorum. Aynı yerlerde aynı insanlar. Her akşam anahtarı çevirirken çöp kokmasın diye dua ediyorum ama her akşam da aynı çöplere küfür ediyorum. Son dinlediğim şarkı biraz neşeliyse bile en karanlık modlara girip midemi ağrıtıyorum.

Bi şey yapmak istemiyorum. Çözüm bulmak istemiyorum. Hayal kurmak da istemiyorum. Kimseye güvenmek, mutluluğumu benden daha beter olan insanoğluna bağlamak istemiyorum.

Sadece bir Simay günü olsun, arada bir, boğazıma kadar gelip yutmaya çalışırken kusuverdiğimde.

Sürprizler, mucizeler görmek istiyorum ya da arada. Madem böyle iğrenç, madem böyle faydasız, öyle anlar olsun ki, tamam Simay günleri olmasın da en azından bazı günlerde bazı Simay anları olsun. Soktuğumun boktan düzenini değil de, içinde sadece benim yararıma olabilecek şeyler de olan bi düzen istiyorum.

Mutluyken ne kadar daha tatlıyım bi bilsen.


27 Kasım 2011 Pazar

Ah Çekerekler

Bu şarkıyı dinledikçe rahmetli dedeciğim yumuşak ama sakallı yanaklarını avuçlarıma koyuyor. Yine sarı kafalı, koca gözlü ve küçücüğüm ve avuçlarım yanakları kadar geniş değil de turu tamamlamak için geziniyorlar sanki. :( Kucağında bir sonraki evcilik senaryosunu beklerken biraz saygı ve ürkeklik ama bol bol sevgiyle sigarasını bitirmesini bekliyorum sanki. İşte sanki.

Ama o sigarasını bitirmiyor hiç. Bekliyoruz, özlüyoruz. Sigaralar bitmiyor. :(

Şimdi aynı duyguyu canımın içi babamın yumuş yanaklarında hissedebildiğimi düşünerek seviniyorum. Canlıyız hala, ikimiz de, seviniyorum işte. İnsanlar ölüyor çünkü. Ölmesi beklenmese de ölebiliyor. O öf değil de oh diyerek yattığında yatağına, ben işte o zaman mutlu olucam. Sigarasını bitirmesini bekliyorum onun da. Kucağında değilim kocaman olduğumdan nispeten, ama masada karşısında otururken son sigarasını içtiğini de görücem, istiyorum ve inanıyorum.

Gittikçe büyüyen ailemiz derin derin oh çekerek huzurla yatacak yataklara ve ben eminim ki cıvıl cıvıl pazar kahvaltıları böyle hüzünlü şarkılar ve rakılarla geçen bir geceden sonra yine bizi bekliyor olacak.


Not: Bu şarkının bana hatırlatacağı çok önemli bir insanın da genç yaşta birlikte yaşlandığım Buket'çim olmasını göz ardı etmeyelim. :*

21 Kasım 2011 Pazartesi

Sonra Simay Neden İmza Günlerine Gitmiyor?

Kimine hayvanca gelebilir, "bu mu edebiyat?" diye soranlar da olur. Ama raflarda duran onca sayfa ziyanlığı kitabı alıp ağzınız açık okuyorsanız; biraz da  bunun gibi diyaloglarla kendinize sorular sorduran kitaplar okusanız ne olur? Biraz da düşünseniz ne çıkar?


"...
Mr.Watt rang Mr.Knott.

Knott: "Who's calling?"
Watt: "Watt."
Knott: "What is your name, please?"
Watt: "Watt's my name."
Knott: "That's what I asked you. What's your name?"
Watt: "That's what I told you. Watt's my name."
[Pause]
Watt: "Is this James Brown?"
Knott: "No, this is Knott."
Watt: "Please tell me your name."
Knott: "Will Knott."
Watt: "Why not?"
Knott: "Huh? What do you mean why not?"
Watt: "Yeah! Why won't you tell me your name?"
Knott: "But I told you my name!"
Watt: "No you didn't you said, "Will not".
Knott: "Not not, Knott, Will Knott!"
Watt: "That's what I mean."
Knott: "So you know my name."
Watt: "Of course not!"
Knott: "Good. So now, what is yours?"
Watt: "Watt. Yours?"
Knott: "Your name!"
Watt: "Watt's my name."
Knott: "How the hell do I know? I am asking you!"
Watt: "Look I have been very patient and I have told you my name and you have not even told me yours yet."
Knott: "You've been patient? What about me?"
[Pause]
Knott: "I have told you my name so many times and it is you who have not told me yours yet."
"Of course not!"
Knott: "See, you even know my name!"
"Of course not!"
Knott: "Then why do you keep saying of course Knott?"
"Because I don't."
[Pause]
Knott: "What is your name?"
Watt: "See, you do know!"
Knott: "Of course not!"
Watt:"Then why do you keep saying, Watt is your name."
Knott: "To find out your name!"
Watt: "But you already know it!"
Knott: "What?"
Watt: "See!"
Knott: "Listen, listen, wait; if I asked you what your name is, what would your answer be?"
Watt: "Watt's my name."
Knott: "No, no, give me only one word."
Watt: "Watt"
Knott: "Your name!"
Watt: "Right!"
[Pause before it hits him]
Knott: "Oh, Wright!"
Watt: "Yeah!"
Knott: "So why didn't you say so before?"
Watt: "I told you so many times!"
Knott: "You never said Wright before"
Watt: "Of course I did."
Knott: "OK I won't argue any more. Do you know my name?"
Watt: "I do not."
Knott: Well, there you go, now we know each other's name."
Watt: "I do not!"
Knott: "Good!"
Watt: "Oh, Guud!"
Knott: "Good."
Watt: "No wonder, it took me so long, is that Dutch?"
Knott: "No, it's Knott!"
Watt: "Oh, okay. At least the names are clear now Guud."
Knott: "Yes Wright."
..."

Samuel Beckett - Watt

11 Kasım 2011 Cuma

Lucid Dreaming'de Yeni Bir Dönem


Herkes 11.11.11 bıdıbıdısına boğulmuş giderken ben en ilginç lucid deneyimimi yaşadım bu sabah. Bugünün benim için önemi o yüzden büyük.

Yine dün ve daha önce de birkaç sefer olduğu gibi 4:33'te uyandım. Yanımdaki şişeden su içtim. Sonra içtiğim suya birilerinin çamaşır suyu karıştırmış olabileceğini düşünerek telaşlandım. Her an kendimi kötü hissedebileceğimi düşünerek 112'yi aradım kapattım. Telefona kolay ulaşmak için yastığın altına koydum ve içimdeki mikrobu temizlesin diye kalkıp bir bardak taze su içtim. (Allahım çok salağım.)

Yatağa döndüğümde hemen uykuya daldım ve işte rüya aleminde yapılabilecek en güzel şeyler bundan sonra başlıyor!

Ctrl+n ile yeni bir pencere açtım. Rüyamın boyutunu ayarladım, 450'ye 300 olarak. Önce boş beyaz bir sayfa evet. Sayfanın üzerine monitör dışında görünen dünyadan çekerek nesneleri yerleştirdim. Can'ı koydum, Buket'i koydum, annemi koydum. Birinin eline kitap tutup sürükledim, uzunca bir koltuk yerleştirdim, annemle Buket'i oraya oturttum.

Çok soğuk diyarlarda olduğundan Can'ın rengi biraz daha soluktu, ev ortamına uyması için contrast ayarlarıyla oynadım, biraz canlandırdım. Annem kilo vereceğine söz vermişti, onun yanaklarını incelttim. Bu sırada bu bahsettiğim figürler fotoğraf gibi değiller. Üç boyutlu ve hareketliler. Üzerlerinde yaptığım değişikliklerden bihaber yaşayıp gidiyorlar. :)

Bilincim açık bir şekilde madem rüyadayım biraz daha çılgın olsun diyerek bir sürü nesne daha ekledim. Olaylar butonundan söylenmesi ve yapılması gerekenleri seçtim, sonra arkama dayanıp rüyamı bilgisayardan izlemeye başladım. Öyle gerçekçi ve öyle hayaliydi ki bilgisayar bir süre sonra kayboldu ve her şey gözlerimin önünde şekillendi.

Durdurup başa sarabildiğim, her ayrıntısına benim karar verdiğim şahane bir rüya!

Sanırım yaptığım iş fazla yerleşti bilinç altıma. Daha önce de işle ilgili lucid deneyimler yaşamıştım. Mesela tüm illerde çıkacak bir kampanya için tavanda asılı duran illerden boyum yettiğince elma gibi toplamıştım, çok zorlanınca da odayı ters çevirip yerden toplamaya devam etmiştim. Ancak o huzursuz bir rüyaydı, fazla işe bulanmıştı. Bu seferki öyle değil. Kendi filmini çeken Alice gibiydim, harika!

Şu içinde yaşadığımız dünyada henüz hiçbir başarı sahibi olamadım belki ama rüya aleminde hüküm sürüyorum cınım.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Seri İlanlar Devam Filmi



Kovulduk ey halkım!

İsteyen performans kaybı desin, isteyen küçülme desin sebebi için, benim için sonuç aynı. Yakın zamanda son vermek istediğim işime sevgili grupfoni yöneticileri benden önce davranarak son verdi. İstifa dilekçesi vermenin havasını atamadım şöyle gönlümce, olsun.

Daha önce buradan ev ve ev arkadaşı aradım. Geri dönüşleri çok tatlı oldu. Şimdi birlikte yaşadığım kuzenim beni blog ilanım sonunda internetten buldu. Evet tanımadığım bi kuzenim varmış. Bir başka blog okuyucum bana kira istemeksizin şu an oturduğum evinin kapılarını açtı. Sen yeter ki bana her gün yaz dedi. Hep burası sayesinde bak. Kendimi listelemiştim, isteklerimi listelemiştim. E madem kovulduk, o zaman bana el birliğiyle iş bulma zamanıdır. Değil midir?

Peki ben neyim?
25 yaşımdayım, "daha çok gençsin elbet iş bulursun" diyenler, sözüm size, yaş geçiyor! İngiliz Edebiyatı mezunuyum. Yok yok öğretmen olmak istemiyorum, sağ ol. Reklam yüksek lisansı başlangıcım var. Evet diplomam yok, çünkü bitirmedim, bitireceğim de yok. Başka eğitimim de yok. Bence yeter, ama yetmiyor. :)

Ben n'aptım?
Çeviri de yaptım öğretmenlik de; o yüzden umarım aynı kuyulara bi daha düşmem. Online olsun, masaüstü olsun dergilerde çalıştım. Önce yazı işleri sorumlusu, sonra stajyer oldum hatta. :) Açılamayan bir televizyon kanalında programlar hazırladım. Ben ayrıldım, kanal açıldı sonra. Bir de işte grupfoni var. "Bu fırsatı sakın kaçırmayın!" cümlesinin hakları bana ait değil; ama binlerce kez yazmışlığım var yaklaşık bir yıldır.

Ben n'apmak istiyorum?
Her fırsatta söylediğim gibi huzur istiyorum valla. Ha biliyorum çalışma hayatında huzurlu olmak aslında çok kolay ama kafan çalışıyorken biraz zorlayabiliyor insanı. Aptala yatmak istemiyorum. Susmak, ezilmek istemiyorum. Gönlümce fikirlerimi söylediğim bi yerde çalışmak istiyorum. Daha da muhteşemi fikirlerimin dinlendiğini görmek olur. Neyse o ikinci aşama, dur. Koşturmak istiyorum biraz. Madem gencim, bütün gün iş gelsin diye beklerken dizi izlemek istemiyorum, biraz hareketlenelim. Araştırma yapmak, mümkünse bol bol okumak istiyorum. Benden 10 dakikada uyduruk metinler isteyen bir yönetici yerine 10 gün süre verip kusursuz iş isteyen yöneticiler istiyorum. "Vakit nakit değildir aslında" desin bana. Bi de malum, 7 seneyi devirdim tek başıma İstanbul'da. O yüzden biraz daha iyi bir gelirim olsun da istiyorum. Bu konuyu mülakatta görüşelim canım, ayıp şimdi.

Kolay biri olduğumu iddia edemem; çok soru sorarım, çok merak ederim, yaptığım işten zevk alabileceğimi anladığımda beynim durmaz, belki biraz aşırı heyecanlıyım da hatta. Bunları avantaja çevirmek de mümkün tabii.

Hadi bakalım, kollar sıvansın.

Not 1: Standartlara uygun cv'm de var, bodoslama dalmıyorum, korkma.
Not 2: Yukardaki çizgi Simay'ı da bi stop-motion film projesi için çizmiştim. Benim yani o, ona göre.

Muah!

18 Eylül 2011 Pazar

Kışa Hazırlık Başlasın Öyleyse


Yeni evimde yeni odamın en seveceğim köşesinin hazır olması için bir hafta bekledim, ancak değdi. Bana benliğimi kazandıran onlarca yüce insandan, benim için çok önemli sözler söyleyerek önüme çıkan yollardan birini seçmek yerine kendi yolumu çizmem gerektiğini bana öğreten o büyük insanlardan 3 aydır ayrıydım. Şimdi hepsi yerlerini buldular yanı başımda.

Uykularım kaçtığında, içimden coşkular taştığında, ağlayacak gibi olduğumda o altı çizili sözleriyle beni teselli edecek ya da yerin dibine sokacak bu insanlar yine. Çoğu insandan fazla değer veriyorum hepsine. (iki anlamı da geçerli cümlenin.) Hepsi beni daha da büyütmek için şimdi karşımda bekliyorlar yine. Kimisine fazla gelebilir; çoğu da bu sözleri ailesi, arkadaşları, sevgilileri için kullanır, hatta bazısı hiç düşünmez bile; büyümeden yaşlanır onlar çünkü. Ancak benim için önemli bunları söyleyebiliyor olmak. Kitaplarla konuşmak da çoğu zaman en güzeli.

Şimdi bu kış buralar buralardan taşacak, kendimizi dünyanın en mutlusu zannederek uyandığımız o şanslı sabahlar, artık keyifle ve aynı şansla geceye bağlanacak. Dizilerle, filmlerle keyifler yapılacak, herkes dilediği yalnızlığına burada bir köşede ulaşabilecek. Birlikte olacak hem de, o yüzden hevesliyim çok.

Bu arada... Belki de hayatımın en güzel hafta sonunu geçirdim. Kimseler bilmiyor ama ben o adımı attım artık. :*

6 Eylül 2011 Salı

Beni Sadece Oyala Tanrı!


(bu bir saat dibi)

Yaş 25, bakıyorum da en salak zamanlarım en mutlu ve memnun zamanlarıma denk geliyor. Yanlış işte, şimdiye dek olanlar yanlış! Belki de biz kayıp bir zamanın çocukları olarak doğru memnuniyetleri bulabilmek için bu yaşımıza kadar beklemeliydik. İşte o zaman geçiyor, ortalık duruluyor, sakinliyor ve memnuniyete ulaşmanın keyfini çıkarıyoruz şimdi şimdi. Belki doğru olan yine bu değil, belki doğruyu beyin ölümümüz gerçekleşene kadar hiçbir zaman göremeyeceğiz; ama ona yaklaştığını hissetmek, o her zamankinden farklı olduğu için gerçekçi ve en önemlisi doğru görünen yanılgıyla kendini yumuşak müzikler eşliğinde salınırken bulmak güzel.

Bir sürü insandan önce kendime borçluyum bunu.

Sinirimin, telaşımın ve heyecanımın hiç geçmeyeceği, geçiremediğim de bir gerçek bir yandan. Aman...


2 Eylül 2011 Cuma

Boru Öttürmüyoruz Burada!


Bence bu kadar zaman fazla. Her tatil de herkese bu kadar uzun olmayıversin canım, aa!


14 Ağustos 2011 Pazar

Ah Düştüğüm Dünyaya Bak

Olgunluğun yaşla alakalı olmadığı aşikâr. Zira 3 yıl önceki halimi de düşünüyorum, derdim hiç yokluk olmadı. Nasıl etsem de bi yerlerde kendimi varmışım gibi göstersem demedim. Bunu dememek olgunluk göstergesi mi peki? Değişir. Yaşamına, çevrene, düzenine ve beklentilerine göre değişir.

Ben varlığını sorgulayan, her gün, "tamam ulan varım da neden buradayım?" diye sorular soran biri olarak yokluğumu hiç sorgulamadım. Bi yerlerde bulunmaya çalışmadım, kendimi olduğumdan farklı göstermedim ve hiçbir zaman yatağıma kendimi attığımda içine girdiğim dünya dışında herhangi bir şeyi kendime dert etmedim. Derdim kendimle ve bunun dışındaki zorunlu yaşamım hiç umrumda değil, gerçekten.

Sen "ama ben neden şurada yokum?" diye kendini yakışmadığın yerlere sokmaya çalışırken ben bana büyük gelecek ayakkabıyı hiç denemedim. O yüzden küçük gelecek olanı da denemeye yeltenmiyorum.

Kurtulmaya çalıştığım bir mecburi hayatım var. Tüm çabam bunun için. Yoksa aman işimi düzgün yapamıyorum, ah efendim narin bedenim bu işi kaldırmıyor artık diye söylenmiyorum ben her akşam. Oturmuyor üzerime, oturmayacak da.

Kurtulmaya çalıştığım bir hayatım var, bana dar geliyor, içine sığamıyorum, işte bu yüzden umrumda bile değilsiniz. Ben sinirimi yazarak, konuşarak, şarkı söyleyerek geçiririm zaten. Dert değilsin, değilsiniz. Söylemek istediklerimi çok yakın zamanda içtenlikle söylemeyi diliyorum.

İyi gece canım.
Oh amaan...

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Bu Blog Menek Tarafından Hacklenmiştir!


Sevgiler,
Menek

26 Temmuz 2011 Salı

Dokunan


Her anı korku dolu bir yıl daha geçti işte. Artık "Kadınların yaşı sorulmaz" diyebilecek kadınlardanım ben de bence. Ölmek öyle zor bir şey değil aslında, hayatta kalmak ve ölmeyi beklemek daha zor. Her an nereden çıktığını bilmediğim bir kamyon beynimi patlatabilirdi, böylesine tehlikeli senaryolar yazdım kafamda eskiden beri. Bir yıldır da yazdıklarımdan biri olacak diye bekliyorum. Neyse geçti, artık ölmeyeceğimi biliyorum. Bu kuruntu dolu sohbet de böylece sona erdi.

Doğumumdan önceki gece uzun uzun düşündüm her sene olduğu gibi. Uyku tutmadı, oturarak düşündüm. Hep ne olamadığım üzerine düşünüyor, bunlara üzülüyorum. Başarısızlıklarım, mutsuzluklarım ve tabii ki memnuniyetsizliklerim ağır basıyor beynimde, onlara odaklanıp çoğaltıyorum. Yok hayata olumlu tarafından bakmalı gibi deli saçmalarıyla konuşmaya niyetim yok. Sadece kendim için kendimden bir şey diledim o gece; daha az düşünmeyi.

Yaptığım işin kölesiyim, şu anda bu işi yapmaya mecburum, öyleyse neden sorguluyorum hala benim burada ne işim var diye. Bellki ki bir işim var işte. Salak, sus, otur, "iş"ine bak. Kalkman gerektiği zamanı zaten bileceksin. Bırak o zaman yüzün gülsün. Nasıl olsa gülecek. Zırlamanın bir anlamı yok, çünkü demek ki o gücün henüz yok. Otur ve bekle.

Mecburi insan ilişkilerimi düşünmek de beni yoruyor. Bir selamı bile tüm karakterini ele verebilen, sadece gözlem için, deneyim olsun diye muhattap olduğum insanlar... Mecburiyet ortadan kalktığında deneyimi sonlandırıp bir daha hiç görüşme ihtiyacı hissetmeyeceğim sığlıkta insanlar... Onlarla ilgili de gereğinden fazla düşündüğümü ve konuştuğumu anladım. Mecburi de olsa düzgün tutmaya çalıştım insan ilişkilerimi. Bunu da aşmaya karar verdim. Zor olacağını sanmıyorum minik bir çemberde yaşamanın ne kadar zevkli bir şey olduğunu bilen biri olarak.

2011'e girerken bir arkadaşıma söz verdim, bundan sonra şikayet etmek yok, derdim kendimle, kendimi mutlu etsem yeter demiştim. E ama 2011 de öyle boktan geçti ki kendimi yine sonsuz şikayetlerin içinde buldum.

Kendime teşekkür edeceğim o kadar çok şey var ki... İki yılı aşkın süredir benim etimi kemiğimi kemiren bir adamdan kurtuluşum, yeniden hızla kitap okumaya başlayışım, artık daha sakin düşünerek, hatta iki değil on defa düşünerek hareket edişim ve en önemlisi de olmak istediğim insana bir adım daha yaklaşmam (işte burası sürpriz)... Daha da o kadar çok şey var ki anlatılacak hem bu yılım hem bu yaşımla ilgili. Uykum geldi ama, anlatmaya değer mi, o da malum zaten.

Anlayacağın, yeni yaşımda yine yeni aydınlanmalar yaşıyorum. Kararana kadar idare et işte. Her şey depresyonda olmam gerektiği yönünde aslında, ama bu ışıkla biraz daha idare edebilirim sanırım. Muah cınım.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Ölmeden Önce Bir Defa Mutlaka


Şu anda yaşadığımın yaşamam gereken hayat olmadığını üçüncü kez anlamamı sağladı bu tatil.

Diğer ikisinde diğer mümkün hayatların çok fazla içindeydim, yine harika deneyimlerim oldu; ama bu sefer mümkün bazı şartları artık kendime, sadece bana olan hayata sokabilme şansım olduğunu da gördüm. Sadece istemenin yetmediği bir durum içinde olduğumu da biliyorum. Haydi bakalım ben gidiyorum, diyerek aslında geri dönmek üzere, ancak kısa süreliğine bir yerlere gidebileceğimi biliyorum. Bu sefer geçici çözüm istemiyorum ama.

Şu kültür şokunu atlatıp, günlük streslerimi ve aslında bana ait olmayan sorumluluklarıma karşı yaşadığım yabancılaşmanın üstesinden geldiğim anda, isteklerime dair bir sürü şeyi de yoluna sokmuş olacağım. Bunu kaç defa burada ya da insanlarıma söyledim bilmiyorum ama ben burada kalıcı değilim. Beni burada tek tutabilecek şey kocaman bir mucize. Adı üzerinde...


Hayatımı sevmediğim, etrafımdaki herkesten tiksindiğim o anda kendimi en sevdiğim filmlerden birinin içindeymiş gibi hissetmemi sağlayan müthiş bir tatil geçirdim işte. Geçirirken bile biteceğini biliyordum, bunu bilmeme rağmen elimden bir şey gelmediği için yarı aşağı kıvrık dudaklarımla o sıcak günleri geçirdim tamam. Dönmeme rağmen canlı kafamdakiler hala, solmadan gitmeliyim, daha önce yaptığım gibi hatıraya dönüştükten sonra gaza gelişler doğru değil. Bu sefer solmadan...



Bu topraklardaki en güzel ve özel yerlerden biri Kabak, ve eğer kaderimi gerçekten artık ben yazacaksam, koyu koyu o deftere işleyeceğim bir yer. Teşekkür etmekle, edebilmekle ilgili sıkıntılarımız var biliyorum; ama gerçek ötesi geçen bu birkaç günü bana sağlayan "işim" dahil her şeye teşekkür ve şükür ediyorum şimdi.

Daha mutluyken görüşelim, olmaz mı? İçim dar...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ya Sinirden Ya Yüceliktendir Kafamın Tavanlara Vurması


Geçen kış bi yazı yazmıştım "kadın olamadım" diye. Yalan söyleyemediğim, vefalı olduğum ve ne kadar büyük konuşursam konuşayım arkasında durduğum için. Önüme gelenle yatmadığım, küçük hesaplar yapamadığım, küçük düşünemediğim, ağzım açık aptal aptal gülüp tanımadığım insanların kucaklarında oturamadığım için sanırım kadın olamadım demiştim.

Yok canım, kadın olan benmişim asıl. İyi, sağlam da bi kadın olmuşum esasında. Alkolik, psikopat bu adamı iyi ki sevgili yapmışım kendime zamanında. Ve iki yüzü de kokuşmuş insanların yapmacık sırıtışlarının altından esasında fışkıran sağlam kıskançlıklarına dayandırdığım mükemmel arkadaşlıklarım olmuş iyi ki.

Hiç pişman değilim, harcanan yıllarım ya da sinirlerim olsun. Hiç pişman değilim şu anda. Çok sinirliyim ve içime girip mideme baskı uygulayan o yumruk beni kendime getiriyor daha çok. Şükür ediyorum küfürlerimin yanında. İyi ki buradayım, iyi ki. Nasıl da kurtardım paçamı, oha!

Ukalalığım tuttu, ne muhteşem bi insan oluyorum ben böyle boktan sinirler yaşadıkça ya allah kahretsin!

Simay ne alemde diye merak edip buraya baktığınızda benim için küçük iğrenç bulantılar yaratan çok önemli tecrübeler olduğunuzu göreceksiniz sadece.

Bana yanlışlarıyla doğru olmayı öğreten eski dostlarıma ve beynini kısım kısım bira şişelerinde unutan Barış'a selam olsun!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

En Güzel Tatillerin İnsanıyım; İşte Tatil Siparişim

Kafamda şöyle görüntüler var;
Sabah 6'da uyanıp denizde çığlık çığlığa oynayan bir Simay. 
Makineyi otomatiğe alıp milyonlarca fotoğraf çeken çekilen Simay.
Korkulacak kadar derin bi sessizliğin ortasında mimimimimi diye şarkı söyleyen, bir yandan kendini bulduğu bir iple sallayan Simay.
Bütün bir kış topladığı o iğrenç gazı sayfalarda kalemlerle çıkaran Simay.
Geride kalan bok İstanbul'a şişesini kaldırıp selam çakan Simay.
Ağaçlar arasında keşfettiği böceklerden korkan Simay.
Muhteşem müzikler eşliğinde muhteşem kitaplar okuyan ve zaten kaçarak geldiği buralardan da uçan Simay.
Gülen Simay.
Ağlayan Simay.
Yalnız Simay.
Oldukça memnun Simay.
Sorunlardan kaçan ama aynı hızda onlara geri döneceğini bildiği için bir yandan da kendine kızan Simay.
Yine çok bilmiş Simay, çok öğrenen Simay.
Simay hep aynı Simay ama uzaktaki Simay. Oh olsun!


Bana o yazdığım kampanyalardaki gibi maviyle yeşilin kucaklaştığı yerleri göstersin biri. Kimseler olmasın ama etrafta. Açık büfe sıraları, sidikli havuz keyifleri ve spa'yla yenilenme de olmasın. Böyle bi tatil istiyorum bu Temmuz işte. Çılgınlar gibi kafamı dinlemeliyim.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

El Yakan Varlık


Daha açık nasıl söyleyebilirim bilmiyorum, hepinizden sıkıldım. Hayır istisnasız hepinizden sıkıldım, söyleyince de anlamıyorsunuz, boku çıkmış beyinlerin. Tık diye düğmenize basıp, hepinize kocamaan bir "yallah!" deyip koşarak uzaklaşmam lazım. Koşmam lazım. Ben koşardım, kaçardım noldu bana? İstanbul'da yaşıyor ve denizi göremiyorum. Okul bittiğinden beri tramvaya binemiyorum. Yanımda arkadaşım, sevgilim yokken deniz kenarında balık-ekmek yiyemiyorum. Şöyle sakince kahvemi çayımı alıp kitabımı okuyamıyorum. Rezil bi hayat dayatılıyor bize ve kabullenmiş çöküyoruz içine. Hepinize karışmış olmaktan sıkıldım. Sizden olmaktan sıkıldım. Deneyimlerime dayanarak fikir verdiğimde basit bir şekilde "Yine felsefe yapıyor" denmesinden sıkıldım. Basite indirgenmekten sıkıldım, ki burada dünyanın en ukala insanı sayarsan say beni, asla basit değilim, kolay değilim, ucuz ya da hafif değilim.

Atakan bugün "Sanki doğru düzgün bir şey yaşadın da konuşuyorsun." dediğinde canımı sıkan doğru düzgün bir şey yaşamamış olmam değildi mesela. Doğru düzgün insan ilişkileri yaşayamamış olmakla her zaman gurur duyuyorum. Beni şu halime getiren yanlış ilişkiler ve ilintilerdi zaten. Canımı sıkan böyle basit bir cümleyle özetlenmiş olmaktı. Bütün gün bunu düşündüm. Doğru düzgün bir şey yaşayıp yaşamadığımı düşünmedim hayır; kendimi de ara sıra böyle basite indirgeyip indirgemediğimi düşündüm. Evet basitleştiriyorum kendimi. Yaptığım işle, muhattap olduğum insanlarla, zorunluluklara bu kadar boyun eğmişliğimle ve o söylediğim kocaman lafların arkasında duramamamla basitleştiriyorum. İçimden gelen kahkahalarımla, mutlu ya da memnun olmak için çok büyük çaba sarfetmemle, bütün boktan taraflarına rağmen özgürlüğümle basitleştiriyorum kendimi.

Keskin fikirlerimle ve sözlerimle yanlış biliniyorum. Kendi doğrularımı savunurken bir yandan da kimseye kabul ettirmeye çalışmayacak kadar umarsız olmamla yanlış anlaşılıyorum. Ve yine de umrumda değil hiç birisi. Her zaman söylüyorum; benim derdim kendimle. Uzun zamandır da böyle. Bunun sonucu olarak da derdim var olmakla benim, sizden sıkıldığım kadar var olmaktan da sıkıldım. Hayır intihara meyil değil bu. ;)

Galata Köprüsü'nde bir erkek sevgilisine balık tutmayı öğretiyor. Akşam 7 civarında... Güneşi arkama alıp, çiftin arkasında durup balık tutmayı öğrendim, bir daha. Karışacak oldum sonra, daha önceden öğrendiklerimi satacaktım onlara. Kaya balığından başka bir şey tutamamıştım oysa. Enez'e gittim sonra, Eylül'e, son akşama... Daha neler neler. O çift hala önümde tabii, İstanbul'da bir gözüm ne de olsa; kız anlamıyor nasıl atması gerektiğini. Şikayet ediyorum, her zamanki gibi. Şikayet etmeye çok zaman ayırdığımın ve şikayet ederek yaşlandığımın farkında bile değildim o zaman. İçimde ezik bir sevgi var, içim acıyor çünkü salaktım. Şu herif bile nasıl sabırlı kıza karşı diye düşündüm sonra. Artık hiç sabrım yok diye geçirdim içimden. Bir şeyler olsun lütfen. Mucize beklemek de boştu sahi. Babamı aradım sonra. Yine yalnızlığımı paylaşıp üzdüm belki onu da. Bir yandan balıkçı çifte baktım, ama sadece baktım öyle, Enez'den de döndüm. Burası gerçek diye suratıma suratıma vurdum, bu yaşadığın gerçek; bunu unutma. Ama doğru değil, bu hayat doğru değil. Anneme söyledim sonra bunları, bir yanlışlık var, böyle olmaz, dayanamıyorum böyle mal mal yaşamaya dedim. Ben boş insan değilim anne, bu haksızlık. Yanlış yerdeyim. Ve sonra cevap geldi annemden, vurucu ve aynı zamanda gurur verici bir söz;

"Çok daha kötülerini yaşadın kızım sen, biz sadece bi kısmını biliyoruz da sen kim bilir nelere göğüs gerdin. Hepsinin farkındayız biz, elimizden gelen bi şey yok ama sen çıkıyorsun içinden. Gittikçe azalıcak kızım, yine azalıcak, sabret."

%99'unu anladım, bitirmedim bitiremem de ama anladım etrafımda dönenleri. Ukala bokun tekiyim belki ama artısını eksisini bilen bi mahlukat oldum işte en azından. Senin burada ne işin var diyerek ağlayabiliyorum aynaya bakıp, etrafıma konunun uzmanı gibi kafamı gereğinden fazla dikip aforizmalar da saydırabiliyorum. Değişiyorum, her gün değişiyorum işte. Bir daha da asla değişmem ben demedim.

Bu arada, doğru düzgün olmayan şeyler yaşadığım kadar doğru düzgün şeyler de yaşadım ya. İçimde kalmasın, söylim dedim. Zira intihar etmiştim şimdiye öyle olmasa. Ancak neler yaşadığım değil artık beni bağlayan, daha önce de dediğim gibi yaşadıklarımı geride bırakıp yol kenarında dinlenme evresindeyim. Yine memnun değilim de bugün ayrı bi mutsuzum be canım.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Sonradan Koyar


"Acaba yapmasa mıydım?" diye şüpheye düşmek yaptığın şeyin doğruluğundan ya da yanlışlığından bir şey götürmez. Ben doğru olanı yaptım, pişman olmayacağımı da biliyorum. Çok içten söylüyorum bunu. Şu an özlem, istek, sempati duysam da ileriyi gören lanet gözlerimiz var artık. Başıma gelmesi gereken şeyleri başıma getirdim ve artık başıma başka şeyler gelmesi gerekiyor diye ipin ucunu bıraktım sanırım. Belki de ipi yanlış yerinden tutuyordum. Bilmiyorum şu anda. Dün çok rahatlamıştım, şimdi biraz üzülüyorum. Sorunsuz bir hale sokmanın çok kolay olabileceği bir şeydi, hiç uğraşmadım. Doğrusu bu mu peki? Evet bu.

Onu diyorum işte. Yaşlandım, yaşlandık. Uğraşmak istemiyoruz. Garipseyince uzaklaşmayı seçiyoruz. Eskiden olsa çözmek için sorun yaratırdık, şimdiki boşvermişliğimizle sorun daha ortaya çıkmadan kaçıveriyoruz. Gücümüz kalmamış, ya da aksine öyle güçlenmişiz ki kesin kararlar verip uygulayabiliyoruz. Öyle güçlü olacak kadar çok insan tanıdık işte. Böyle de güçsüz olacak kadar az şey yaşadık. Bitmeyecek bir farkındalıkla kapanmayacak ağızlarımız şaşırmaktan. Yine aynı bilinçsizlikle bir işler karıştırıp sonunda memnun olamayacağız.

Şimdi üzülüyorum evet, çünkü teşekkür edilecek bir şey değil birilerinin hayatlarına dahil olmaya çalışmak.

Yıllardır tek başına mücadele veren cılız bir insan olarak o evsiz kalacağımı düşündüğüm anlardan birinde aşağıdaki sahneyi izlerken göğsünde çaktırmadan ağladığım adam, beni yalnızlığımla yanımdayken bile baş başa bırakabilen müthiş adam... Derinler daha renkli ve güzeldi esasında, kıyıda bizi bekleyen "sığ gerçekler" olmasaydı keşke.

27 Nisan 2011 Çarşamba

I'm Cleaning My Closet



:)
Temizlik vakti geldi. Bundan böyle bazı bazı zihnimi ve çevremi temizliyor olacağım. 25 yıldır yeterince canım sıkıldı, daha fazla olmasına müsaade edersem her zaman üzerine basa basa söylediğim gerzekliğimi ikiye üçe katlamış olurum. Kim bilir belki okuyup beğenmediğim kitapları veririm birilerine, görüşmek istemediğim insanları arayıp formaliteden ayrılık sözleri söylerim. Ne bileyim işte vedalaşmanın da gereklerini yerine getirir kendimi rahatlatırım. Üzülmeden temizlik.

En başından biliyor olsaydım nasıl yaşamam gerektiğini, bu kadar renkli olmazdı hayatım. Bu kadar çok yanlış insan tanımasaydım, bu kadar doğru düşünmeyi asla öğrenemezdim. Klasik gelebilir bu acı yaşayarak öğrenme cümleleri ama doğruluğu tartışılmaz; deneyimle sabittir.

Mutluyum ben, ama memnun değilim. Doğam gereği asla memnun olamayacağım için mutluluğa oynuyorum zaten. Oluş diye birini tanımıştım birkaç yıl önce. Onunla konuşmuştuk mutluluk ve memnuniyet üzerine. Aralarında ince bir çizgi olamayacak kadar ayrı yerlerde duruyorlar böyle; yine de aynı cümlede kullanacak kadar yakın hisler uyandırıyorlar. Kısacası mutluyum, ama memnun değilim ben.

Gerçek ve keyifli sohbet edebilen insanları özlüyorum. Beyninden geçenleri dudaklarından çıkarabilen insanları seviyorum ben. Evet bırakalım da biraz temizlensin ortalık zaman zaman. ;)

9 Nisan 2011 Cumartesi

En Seri İlanlar Burada! Homeless Simay!


Ya arkadaşım tutuştum bu sıra diyorum, anlamıyorsun! Her gün herkese hatırlatıyorum, bana bi ev bi de arkadaş bulun diyorum. İlan numaralarını arıyorum boş çıkıyor. En kısa sürede taşınmam lazım. Ey ahali! Haydi şimdi birlik olma zamanıdır! Şu kızcık sokaklarda kalmasın, o da huzurlu olsun, kafasını sokacak bi kutusu olsun, ha bakalım!

Şimdi biraz kendimi övüp yereyim. :) Ev halimi anlatayım da şüpheye mahal kalmasın. Ben 25 yaşındayım (öf çok yaşlıyım) ve 9-6 çalışıyorum hafta içi. Cumartesi de lanet olsun ki 9-1 çalışıyorum. İş çıkışlarında arkadaşlarımla oturmayı seviyorum. Gün yeni başlıyormuş hissine kapılıyorum o zaman salak gibi. :) Bazen bu birlikte oturduğum, genelde içtiğim arkadaşlarım bende kalmaya geliyor. Çok fazla tanıdığım insan var ama çok fazla arkadaşım yok, hepsi de şeker komik insanlar. Bir de sevgilim var benden tatlı olmasın. Kendisi bir meşguliyet timsali ama varlığını hissettirir çoğu zaman. (Burada eve arkadaşlarımı ve sevgilimi getiririm mesajını vermeye çalışıyorum.) Sonra ne bileyim yemek yapmayı çok seviyorum, insan doyurmak için ayrı özen gösterdiğim zamanlar oluyor. Tabii seni seversem doyururum, yoksa çok gıcığım, iki lokma ekmeğim olsa birini arkama saklayıp "Bende de yok ki" derim. :)

Neyse... Müzik dinlemeyi seviyorum, yalnızken yüksek sesle konuşmadığımdan yüksek sesle müzik de dinlemem; ama arkadaşlarım geldiğinde müziğin duyulması için sesin açılması gerekebiliyor malumun. Bangır bangırlıktan hiç hoşlanmıyorum tabii. Evde durduğum zamanlarda ya film ya dizi izliyor olurum, televizyon hiç izlemem ama sen izliyorsan seni rahatsız etmek için özellikle gelip "ıh bu ne şimdi ıh ıh ıh" yapmak isterim. Temizlik konusunda sınır tanımam, içinden geçmekte zorlanmadığım sürece dağıtırım odamı. Çamaşır yıkamayı bulaşık yıkamaktan daha çok severim, makineye atamayacağın ipek gömleklerini falan yıkarım yani sorun değil. Her pazar temizlik günü olsun gibi bir kurala asla gelemem. Kardeşim bi pazarım var onda da kokuşamam hiç evde. Hafta içi gece yapmayı tercih ederim yani.

Eşyalarımın kullanılmasını sevmem; farkındaysan izinsiz kullanılmasını demedim. Çünkü izin istersen kesin veririm; iyisi mi hiç izin bile isteme. Eşyalarım dediğim işte kıyafetlerim, makyaj malzemelerim, takılarım, kitap ve dergilerim, telefonum, bilgisayarım, CDlerim, defterlerim, fotoğraflarım ve tabii ki kutularım.

7 yıldır İstanbul'da kendi kendime küçük kafamla bi yaşam mücadelesi veriyorum. Şimdiye dek birlikte yaşadığım herkesin mücadelesini de aynı anda verdim. Artık yaşlanmış hissediyorum ve kimsenin bana sıkıntı yaşatmasını istemiyorum etrafımda.Bu yüzden biraz ukalaca gelebilir ama benim gibi bazı şeyleri aşmış olman lazım. Bu arada aşmış olmaktan pek memnun değilim. Sadece doğru olduğunu bildiğin şeyi yapmak, duygularınla hareket etmemek pek de hoş değil; ama gerekli. :) Ayrıca verilen sözlere önem veririm, sözünü tutmadığını görürsem lök diye suratına söylerim, içime atıp bozulmaya hiç niyetim yok. Ya akıllıca yalanlar uydur ya da sözünü tut! Zira ben öyle yapacağım.

Senden beklediğim pek bir şey yok. Kira ve faturaları geciktirmeden ödeyeceğini bana söylemen yeter. Ya tabii bir de uyuşturucu bağımlısı olma, alkolik olma. Öf işte aşırı olmasın hayatında hiçbir şey. Çok arkadaşın olabilir, gelsinler gitsinler, ama eve yerleşmesinler. Biliyorsun ki o evde asıl yaşayanlar biz olacağız. ;) Evde parti falan verebilirsin. Sabahın köründe işe gidiyor olabilirim ama kendimi genç hissetmek için her fırsatı değerlendirmeye açığım. E tabii 4 gün ardarda uyuyamazsam zombiye dönüşüp beynini ısırabilirim, o da var.

Ya işte böyle ben salak, düşünen, yazan, kızan, heyecanlı ve komik anıları olan biriyim. Beni evsiz bırakma, ya beni yanına al ya da gel beraber bi kutuya girelim de. Kedin değil ama köpeğin olabilir. (ya kedilere hiçbir zaman alışamayacağım sanırım) Kız ya da erkek olmanın da benim için bir anlamı yok, cinsel yöneliminin de, beni sinir etme, eve geldiğimde bi "selam" de içinden gelerek, yeter.

Ev aradığım alan da Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş, Levent tarafları. Şimdi harekete geç ve bana mail falan at! Ya da başkasına söyle o atsın işte. Ya hadi evsiz kalıcam haa!

30 Mart 2011 Çarşamba

Word'den Uzak Bir Yazın Hayatım Olsundu


Kitaplarımı alıp kaçma isteği yerini defterler toplayıp kaçma isteğine bıraktı artık. Bu kaçma fikrinden hiç kurtulamıyorum. Her zaman dediğim gibi bilinçli bir gerzeğim ben. Neyden neye kaçmak istediğimi çok iyi biliyorum. İnsanlığımın çok farkındayım yani. İnsan olmasam sahip olamayacağım beynim bazen bir insanı yönettiği için isyan ediyor hem haklı olarak hem de çıktığı yere bakmadan. Bakın bi kere!

Bu aralar fazla yazmamamın sebebi çok fazla yazmam aslında. Ancak öyle robotlaştım ki kafam sadece belli komutları algılıyor. Düşünüyorum ama hala. Hala bool bol rüya görüyorum ve hala bazen gizli gizli hikayeler yazıyorum. İşte buraya sıra gelmiyor bu yüzden.

Esasında şu alttaki kötü içerik ortadan kalksın diye biraz yazmak istiyorum. Bazen çok çirkin şeylerin hayatınızda yer kaplaması gerektiğini düşünürsünüz ama o çirkinliği göstermek istemezsiniz. O yazı ve o hisler de öyle benim için. Sinirimi asla unutmamalıyım, asla kimseden de saklamamalıyım, ama hatıralarda son kalan kesinlikle sinirli Simay olmamalı. Hele ki rahatlıktan öleceği bu zamanlarda hiç. :)

Etrafımda çok fazla salak insan var. Günden güne artıyor da. Beni sinirlendirecek belki yüzlerce şey oluyor gün içinde. Belki başkalarının gerginlikleri beni de içine çekiyor zaman zaman. Ama sonuç olarak renkliyim yine. Renklerimi geri kazandım diyemem. Çünkü o renkleri üzerime ilk yapıştırdığımda çok küçüktüm. Bunlar başka renkler. O kadar şakır şakır parlamıyor olabilirim ama grilik kalktı üzerimden. Çabuk unutuyorum, üzerinde durmuyorum sinirimin, beni üzecek kimseyi tutmuyorum yakınımda. En önemlisi napıyorum biliyor musun? Arkadaşlarıma zaman ayırıyorum. Bu beni hem genç tutuyor hem de zihnimi boşaltabiliyorum. Konuşmadan öylece dursak da anlaşabiliyorum arkadaşlarımla.

Bir saat kadar önce yepyeni bir aydınlanma yaşadım. Kendimi ve aslında bildiğim şeyleri yeniden keşfetmek çok hoşuma gidiyor. Kayarak yaşıyorum o anları. Çok sinirlensem dahi suratıma o aydınlanmanın verdiği aptal sırıtış yapışıveriyor. Kendini akıllı sanmayı kim sevmez ki? ama demiştim, ben bir gerzeğim.

Gerzek olduğum için gittim Engin'le barıştım mesela. Dedim ya çabuk unutuyorum. Bana ihtiyacı var, benim de ona ihtiyaacım var. İhtiyaç yüzünden barışmadım ama bazı yükleri bazı insanlarla değiş-tokuş etmek faydalı. Başkalarının senden bağımsız sorunlarıyla başa çıkmak her zaman daha kolaydır. Ya da başkalarının mutluluklarını abartmadan sindirebilirsin içine. Tabii fesat ya da kıskanç değilsen. Omuzlarında başkalarının sorumluluklarıyla daha rahat koşarsın. Düşürmekten korkmazsın, çünkü insansan bencilsindir. Gözün hep sorumluluklarını yüklediğin insanın omuzlarında kalır ve sorunlarına ya da sevinçlerine uzaktan bakmak her zaman daha faydalıdır. Ne mutsuzluğunu abartıp kendini karartmak zorunda kalırsın ne de mutluluğunu abartıp yalanı yaşarsın.

Çok zayıfız, alabildiğine de salağız. Hepimiz böyleyiz ama korkma, alınma. Yorulduğunda, dinlenmek için yol kenarına çöktüğünde anlayacaksın bunu. Cebindeki binlerce lira, evinde dizi dizi sakladığın kitaplar, filmler, albümler o yolda tamamen değersizleşiyor. Bazısına yük bile oluyor ya neyse. Dinlenmek için durduğunda aklında sadece kendi yaşadıkların kalıyor. Okuyup izlediklerin, düşünüp dinlediklerin hiçbir zaman sınavı yapılmayacak dersler gibi yanına kar kalıyor, ama çıkarıp birini bozduramıyorsun yorgunluğunu gidermek için. Tek yapman gereken dinlenmek oluyor o zaman.

Şimdi dinleniyorum ben. Erken mi? Yuh ya! Ölüm yılıma geldim demiştim ya. :) Sorun aramadığım bir ilişki, kapısından çıkarken stresini lavabosuna kustuğum bir iş, sağlam ve eğlenceli arkadaşlar, hayaller, rüyalar ve yazılarla doluyum. (Çoğu kafamda, çaktırma!) :) Dalga geçebilirsin ama şimdi yemek değil sindirmek zamanı. Bir sürü kahkahayı bir sürü çürükle harmanlamak ve sindirmek zamanı. yolun kenarında oturup yanımda getirdiğim defterlere dökülme zamanı. Seni sevmiyorum artık word; hiç yardımcı olmuyorsun.

Yakında görüşmek dilekleri benden sana gelsin. Muah

18 Şubat 2011 Cuma

Her Şey Tek Bir Bezelye Tanesiyle Başladı

Yaşamaya devam edebilmek için yemek yemeye ihtiyacımız var; peki yemek yemek için neler çekiyoruz? Önce uzun bir bekleyiş. Hem de yemeğimizi bitirdiğimiz andan itibaren. Oturup sadece acıkmayı bekliyoruz. Kafamızda hep "Acaba ne zaman acıkacağım?" sorusu. Dur dur sana bugün başıma gelenleri anlatayım. Yemek yedik öğlen ve bitirir bitirmez ilk düşüncem akşam işten çıktığımda ne kadar aç olacağımdı. Hatta yemek yerken bile, doyarken ve dolayısıyla yaşamımı sürdürebilirken bile bundan bahsedebilecek kadar alçaldım.

Öğleden sonramı silmek istiyorum aslında bugün. Yaşanmamış olsun, kaldığı yerden devam etsin. Büyük algılama sorunları, henüz hissedilmeyen bir yokluğun sinyalleri, mal mal bakışlar ve kafamda bin bir türlü düşünceyle yine de "öf akşam ne yemek yapsam?" sorusunu sorabilecek kadar "akıllı"ydım. "Keşke yalnız yemesem" diye düşündüm sonra yalnız olacağımdan emin bir şekilde. Sonra bilmediğim yemek menülerini okuyarak kendimi daha da acıktırdım. Kendime yaşamımı sürdürmem gerektiğini hatırlattım durdum.

Az önce de çıktım aptal saptal bir yerde bezelyeli bir yemek yedim. Parayı uzatırken de içimden uzun zaman sonra yine "Buyrun, lütfen beni yaşatın, alın alın." dedim. Bütün yemek boyunca bunları düşündüm. Doğanın bize bedava sunduğu şeyleri birileri sinsice toplayıp süsleyip püsleyip bize bir şeyler karşılığı veriyor. Utanmazlar! Hayatımızı her gün her an satın alıyoruz. Bir gün olsun "ver şu paramı geri yemiyorum senin boktan yemeğini" demiyoruz sırf bu sebepten. Hayat pahalı diyorlar ya, yanlış; hayat satılık. Gerçi herkes satılık olduğunu kabul etmiş ki pahalı deniyor işte. Ama öncelikle pahalı değildi, satılığa çıktı ve pahalandı.

O yüzdendi İstanbul'dan ayrılma isteğim. Ve her bezelye boğazımdan geçerken aynı şeyleri söyledi borularda. "Para çiğniyorsun şu an, git bak hepimiz oradayız esasında, git bak, çık bi git bi bak! Neden yeşilim sanıyorsun? Neden ortalıkta hep bir kağıt kokusu var? Git bi ya, Simay git bi çık, bi dolaş, bi gör ya, Simay ya"

Yaşamak için yiyoruz, yemek için çalışıp kesilmiş kağıtlar alıyoruz karşılığında. Sonra da küçük çocuklara burun kıvırıyoruz kendilerine aptal oyunlar buluyorlar diye. Bu dünyada çocuk olmak kadar güzel bir şey olmadığını gördüm sonra dönüş yolunda. Annesi çılgınlar gibi kazaklara, gömleklere dalmış kıvır kafalı bir kız gözlerini mağazanın tavanından alamıyordu. Işıklar yeter çünkü çocuksan. Bir avuç çamur, köpek şeklinde bir bulut, çukurlardaki su birikintileri yeterli yaşamana. Aptamil'le beslenmek zorunda değilsin aslında, ya da sütünü steril biberonlardan içmek zorunda değilsin. Ultra emici bezler bağlanmasa kıçına belki daha mutlu bile olursun hatta. Çocuksun çünkü.

Çocuk olmak istiyorum. Otobüste astım krizine girip ölümün eşiğine gelen adamı izlerken ağlamak istemiyorum. "Oğlum bilmemne şehrinde öğrenci, karım da yok, arayacak başka kimsem yok; ilacım da yok, burada ineyim hastaneye götürün beni lütfen." diye inlediğinde babamı arayıp "nolur gel artık, çok yalnızım" diye böğürüp onu da ağlatmak istemiyorum. Büyümek istemiyorum daha fazla, yaşlanmak istemiyorum, gençleşmek de istemiyorum. Dikdörtgen şeklinde kesilmiş kağıtları da istemiyorum. Çocuk olmak ve ışıklara dalmak istiyorum dakikalarca. Tek düşüncemin sevilmek, okşanmak olduğu zamanlara geri dönmek istiyorum. Hafızanın olmadığı, tutkuyu kelime anlamıyla yaşadığım çocukluğuma geri dönmek istiyorum.

Bu iç sıkıntıları hayra alamet değil; sanırım mutsuzum. Boş ve boşalır durumda.

"Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinamaların kapısı,
Camekânlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava."

Şu anda parmağımı boğazıma sokup tüm o konuşan bezelyeleri üstlerine kusmak istiyorum 
Küçük Beyoğlu denen iğrenç sokakta içen ve ağzı açık eğlenen herkesin. Gidin be!

17 Şubat 2011 Perşembe

Simay'a Taktı Tüm Kafalar

Dört duvar arasında kaldım resmen. Çok sıkılıyorum, bunalıyorum. Umursamaz insanlara çok özeniyorum bu aralar. En azından üç duvar olsaydı da kısmi manzaralı evim olsaydı, az nefes alsaydım. Üşütürse de üşütsün. Ama bu ne ya bu kadar? Çok daraldım ve günümün büyük kısmı öfleyerek geçiyor. Öflediğim için yine öflüyorum, ve yine ve yine... Ateş basıyor bütün gün boynumu, kulaklarımı, bacaklarımı. Sinirden ölüyorum yahu! Hiçbir şey yapmadan ve de, durarak, sadece yaşadığım için.

Saldırılacak bir ben mi kaldım? Bir ben mi bu kadar iyi niyetle yaklaştım herkese? Yanlış anlaşılmanın, kötü bilinmenin, düş kırıklığı yaşatmanın dibine vurdum. Benim sebep olmadığım durumlardan üzüntü duymak bir bana düşüyor. Bu aralar sadece rüyalarımda mutluyum. Uyanmak istemiyorum, kalkıp kalkıp saati kontrol ediyorum. Çalmasına daha varsa "oley" deyip devam ediyorum bilinç altımda dolaşmaya. Genelde sırılsıklam oluyorum rüyalarımda, ama kendime getiriyor. Hem eğleniyorum hem heyecanlanıyorum hem de olmayan ve olmayacak hayallerin keyfini çıkarıyorum. Bilinçli rüya görmek gibi işte. Jetgiller'de Elroy'un rüya makinesi vardı ya, gece yatmadan önce rüyasını seçip çalıştırıyordu. Hep ona özenmişimdir. Nereden bileyim insanın sıkıntı içinde yaşayınca istediği rüyaları görebildiğini. Rüyalarla yetinmek zorundayım ama işte. :(

İnsan ilişkilerim bu kadar bunaltıcı olmasın lütfen; ve lütfen insanlar hey size diyorum, bana bir şeyi 50 defa söyletmeyin.

Bırakın ya uyumak istiyorum yıllarca masal kahramanları gibi.


4 Şubat 2011 Cuma

Koşarak da Kaçsan Koşarak Geri Dönmüş Oluyorsun Bir Yerlere

Karşından, sağından ya da solundan gelen insanlarla kesişme noktana baktın mı hiç? Sen mi onların bastığı noktaya basıyorsun, onlar mı senin? Kim kendini senin yolunla kesiştiriyor; ya da sen kimlerin tam da senden hemen önce bastığı yerlere basıyor, kendini kimlerin yoluna kesiştiriyorsun?

Her gün bir miktar yol yürümek zorunda olanlar ya da zevk için, ya da spor için ya da herhangi başka bir şey için sıklıkla yürüyenler bu sorulara cevap verebilirler. Ben kendime güven sorunumu çözdüğümü düşündüğüm zamanlarda yolda yürürken sürekli şunları söylediğimi fark ettim: Kimsenin bastığı noktaya basamam. Kendimi kimseye kesiştiremem. Daha hızlı yürürsem o benim bastığım noktaya basmak zorunda kalır. Ya da yolumu değiştireyim, hatta uzatayım ki onun bastığı yere basmaktan kurtulayım. Beğenmediğim insanların ayak izlerini takip etmeyeyim. O benim bastığım yere bastığında kendini ne kadar farklı hissedecek acaba? Keşke bu kadına kesiştirmeseydim kendimi; tanrım böyle şımarıklardan uzak tut beni!
...

Kesinlikle çılgınca! Kendine hiç güvenmeyen bir insanın son çırpınışlarıydı bunlar! Kendini başkalarına göre yukarıda gören; esasında kendine de kafasını yukarı kaldırarak bakan zavallının tekiydim! Bir anda gelen aydınlanmaları seviyorum ama. Tüm bilinci şeffaflaştırıp sorunları köküne kadar görmek, elini görebildiğin o köke kadar usulca uzatıp koparıp atıvermek harika. Hiçbir zaman mükemmel ya da üstün olamayacağımı anladığım o anda o yalancı güveni de sıpıtıp attım yola. Durup arkama baktım sonra. Önce bir kedi yaladı güvenimi; bunu gören fırıncı süpürgesiyle kovaladı kediyi ve süpürüverdi onu. Toz olup uçacağını sandığım anda bir kadının altın küpesi üzerine düşüverdi çın diye! Küpenin iğnesine takılan paramparça haldeki güven, kadının kulağına ilişiverdi ve birkaç saniye parladı sokak lambasının altından geçerken. El salladım ardından. İçimde hiç boşluk hissetmedim o günden sonra.

Kendimize olan güvenimiz doğuştanmış meğer. Ne kazandığımız paralar, ne biriktirdiğimiz sertifikalar, ne konuştuğumuz diller ona hiçbir şey katmıyormuş. Hepsi sadece ukalalıkmış. Dönüp dolaşıp başkalarının ayak izlerine bastıkça anlarsın sen de. Belki hemen şimdi köşeyi döndü bir fare ve sen onu kovalayan kedinin bastığı yerdesin. İkisinin de izindesin. Fareyi hiç hissetmeden ezip geçen Ferrari'nin de.Ya da tam önündeki adamın arkasındasın işte, tam arkandakinin de önündesin.

İnsansan, okuyabiliyor, düşünebiliyorsan ve yoldan çıkmak çoğu zaman mümkün olmuyorsa; anadan doğma yürümelisin başkalarının yolundan ve yeni yollar açmalısın kendince. Bu kadarsın işte, zaten dünya da bu kadar, yollardan ibaret her şey; ve adımlarından.

28 Ocak 2011 Cuma

Kap Manzarası

Hep nefret ettiğim bu evin, odamın manzarası güzel aslında. Yükseklerde oturmak güzel, havaalanına yakın oturmak da güzel. Uçma isteğimi kabartıyor 7 dakikada bir gördüğüm cibili cibili ışıklı kanatlar. Geceleri daha güzel o yüzden, gece uçmak da daha güzeldir zaten, gündüz gözlerim kamaşır beyazlıktan. Of yine delirdim kendi kendime kanat diye! Benimkiler seninkiler gibi görkemli olmasa da sesimi duyururum korkma, sakın ağlama. :)

Bulutlaaaaar! Benimleeeeer!

25 Ocak 2011 Salı

It's The End, Friend of Mine


Söylediğin yalanları sadece sen biliyormuşsun gibi rahat olmayacaktın. Zira hiçbir şeyde yalnız olamadığın gibi yalan söylerken de yalnız değilsin. Yalanının arkasında tek başına durduğunu sanmanın verdiği o aptal ve gururlu sırıtış asla bilinmez değil. İnsanlar yalanlarını saklayabilseler yalan diye bir kelime olur muydu sanıyorsun?

Yalnız yaşayabileceğin tek şey sonlar işte. Tüm samimiyetinle, gururunla, yalanınla, sevecenliğinle, tüm kötülüğünle ya da güzelliğinle, bütün iyi niyetlerinle yalnız kaldığın o an; evet sonlar. Kandırdığını sandığın her an bir başkası tarafından kandırılıyorsun. Bıyık altından sırıttığın her an ensende nefesini dahi hissettirmeden başka bıyıkların altından sırıtanlar var sana. Lenslerinin arkasında korkak göz bebeklerin görünmüyor ya da telefon hattının cızırtısından tir tir titreyen sesin, fısıltıların duyulmuyor sanıyorsun. Gözle görülmeyen birkaç ter damlasının ıslaklığını hiç kimse hissetmiyor, sözlerinin alt metinleri de okunmuyor zannediyorsun. Yanılıyorsun arkadaşım. Tüm amalar görünecek, duyulacak hatta dokunulacak kadar ortada. Hepimizin yalanları, sakladıkları, bahaneleri, kaçışları, tutkuları ortada. Neyi, kimi, kimden ve neden saklamaya çalışıyoruz hala? Neden çabalıyorsun?

Ne yazık ki çok fazla yanıldın arkadaşım. Tüm bu yanılgılarla ölüp gidecektin, yazık. Ölümün de bir çeşit son olduğunu düşünürsek ancak o zaman anlayacaktın yalnızlığını da. Ama o saniyeler yetmeyecekti pişman olup geri adım atmaya. Şimdiyse bir başka sonda hala yaşarken, hatta belki de yaşadığın hayata lanet ederken yalnızlığını anlıyorsun. Bütün pişmanlığını kendi sonunda yalnız kendin yaşıyorsun; kimsen yok, biliyorsun. Ama korkma ölmeyeceksin. Bu sonda ne kadar kalacağına bile sen karar vereceksin, müjde!

Amalar, keşkeler, oflar, üfler ya geride kalacak ve sen yine kalabalığa karışıp mutsuz olacaksın, ya da yalnızlığına ve sonuna takılıp mutsuz olacaksın. İstediğin kadar huzura kavuş, sen, mutsuz olacaksın. Müjde?

21 Ocak 2011 Cuma

Tek Adam

(hamaratım)
Bugün Kürk Mantolu Madonna'yı bitirdim baba. Ağlayarak başladım güne lanet güzel bir kitap yüzünden. Küçük kız trenden babası olduğunu bilmediği adamı incelerken ne kadar şanslı olduğum çaktı beynimde, bütün kollarım sırılsıklam olana kadar ağladım. Ben trenle, otobüsle giderken hep hissettim varlığını oysaki; orada korumak için her şeyini verebileceği kızına el sallayarak, sigaradan sararmış bıyıklarının altında sahte ama kocaman gülüşünle veda eden küçücük babam hep oldu benim. Hep endişeli gözlerle uğurladın beni; hep korktun üzülmemden, zarar görmemden. Ben ağladım, sen sustun; ben isyan ettim, sen sustun; asilik yaptım, sustun. Sen konuştun sonra, ben ağlayınca yine sustun, ben uzaklaşınca yine sustun. Beni kaybetmeme yoluydu susmak sanırım senin için. Öyle değil işte ya keşke konuşsaydın; belki bu kadar değer vermezdim bir sürü şeye. Keşke oturup nasihatler yağdıran bir baba olsaydın da ben de dünya yerine seninle kavgalı olsaydım.

Şimdi benim yerime arkadaşlarım görüyor seni sık sık. Sesini duymak yetmiyor baba, ben de görmek istiyorum seni. Camdan havanın nasıl olduğuna bakmanı özlüyorum dakikalarca. Lavabo başında portakal soymanı özlüyorum. Bayram sabahları gazetelere saatlerce dalmanı, o sessizliğimizi özlüyorum ikimizin. Pazar kahvaltılarımızı özlüyorum. Hele ki lisede dersaneye giderken sırf o kahvaltılar için bir saat erken kalkmalarım pazarları. Hayatımın bütün pazarlarında sen vardın bu pis şehre gelene kadar. O kadar özlüyorum ki börek ve vişne suyunun kokusunu.

7 sene olmuş, hiç de çabuk geçmemiş zaman. Hep başkalarının omuzlarında ağladım sen yerine; susmadılar, susmuyorlar baba. Senin gibi birini göremiyorum, bulamıyorum. Beni senin kadar rahatlatan birini bulamıyorum. Hem de hiçbir şey söylemeden, tek bir bakışıyla, yalnız bırakmasıyla, bana ben olmam için müsaade etmesiyle... Yok öyle biri. Babamsın diye söylemiyorum bunları, babamsın diye de sevmiyorum seni. Dünyanın en iyi insanlarından biri olduğun için seviyorum. Ağlamalarını hala gizleyecek kadar güzel olduğun için seviyorum. Dünyanın en gıcık üç dişisine tüm sevgini vererek katlandığın için seviyorum. Ama gözümün önünde yaşlanıp gitmene dayanamıyorum. Sana yemin ederim her gün senin için planlar yapıyorum. Eskiden hayal kurardım, çok zengin olup size dünyayı gezdirecektim. Şimdi asla o kadar zengin olmayacağımın bilincindeyim. İsteğim yükümü omuzlarından kaldırıp bana her zamanki sevgini, sadece sevgini verecek kadar rahat ettirmek seni, sizi.

Benimle gurur duymanı gerektirecek hiçbir şey yapmadım. Öyle yaşayıp gidiyorum işte. Belki yakın gelecekte yapacağım şeyle benimle gurur duyacaksın. Belki karşına sırıtarak geçtiğimde gözünden bir damla yaş gelecek ve bu sefer saklamayacaksın. O gün için sabredebilirim baba, o günü birlikte yaşamak için, bana "Seninle gurur duyuyorum" demen için şu anda böyle yaşayıp gidiyorum; şu anda o yüzden otostopla gelmiyorum yanına. Ağlamam bitmeden sana sarılabilme ihtimalini o yüzden silmeye çalışıyorum kafamdan.

Yine de bana "Senden utanıyorum, giyemezsin o pantolonu!" dediğinde içime oturan o yumruk asla kıpırdamadı, biliyor musun? Bunu ne zaman hatırlatsam geçiştiriyorsun; çünkü daha cümlen bitmeden pişman olmuştun söylediğine. O söylediğinin benim yaratıcılığıma ket vuracağını tam da o anda anlamıştın. O gün o pantolonu giymeseydim senin sözüne kulak asıp; bugün bunları düşünemezdim, yazamazdım, seni bu kadar özleyemezdim, yaptığım pantolonları bana giydirmeyecek bi adamla birlikte olurdum belki. Sonuna kadar üzüntü yerine boğazımda düğümlenen bir utanç kelimesi var şimdi sadece, ve senin özlemin.

Seni kaybedersem naparım bilmiyorum; bir sürü kişi kendini ölümlere hazırladığını söylüyor artık etrafımda. Neymiş? Biz bile yaşlanıyormuşuz. Hayır, buna dayanamam. Sen şu anda muhtemelen televizyon başında kahveni içiyorsun, ya da annem grip diye ona meyve soyuyorsun, ya da kedi gibi yumuşak yine girmişsindir yorganın altına. Belki aklına ben bile gelmişimdir. "Simay olsa da gelse uyutmasa istediğini yapana kadar" demişsindir. Keşke desen, keşke gelsem ve "baaa baaaa baa baaa" diye dolansam etrafında, keşke bi gece de benim yüzümden 10 dakika geç uyusan. Keşke karşılıklı birer duble rakı içerken şarkı söylesek şimdi. Sen yine yarım saniye arayla takip etsen şarkının sözlerini.

Sonra baksak birbirimize, annem sen ve ben;
...vuslatin baska alem
sen bir omre bedelsin...

Bedelsin...

Olur da beni bir şekilde kaybederse babama okutun bunları. Onun haberi yoktur buralardan, okumaktan da sıkılır her şeyi; ama bunu okutun biriniz.

20 Ocak 2011 Perşembe

Gri Bir Topla Midemde Oynuyorsun

İnsanın nadiren ortaya çıkan kendini anlatma isteği. Dinlendiğini bildiğinde deli gibi durmadan sonu saçmalamaya varsa da konuşma isteği. İnsanlığımızdan sıyrılamıyoruz ki. İnsan olarak en büyük kusurumuz herhalde insanlığımızdan asla sıyrılamamamız. Ve bu böyle gidecek; hep insan kalacağız. Hak ettiğimiz ve etmediğimiz bir sürü şey yaşayıp mutlu ve mutsuz olacağız.

Ve şimdiki gibi aynı anda her ikisi de olduğunda da "Mutsuzum ama keyfim yerinde" diye şarkı söyleyeceğiz. Biz kimiz ya, siz naparsanız yapın. Ben şu anda huzurumu ve sinirimi dövüştürüyorum. Bahisleri görelim. Belki de hiç göremeyiz. Tamam.
Hayır ya tamam falan değil. Bahisleri görelim dedim. O kadar!



Bu arada Morokko bana bugün "Sen iyi bi insansın ki" dedi. O kadar mutlu olmuşum ki şimdi eve gelince anladım; kafamdaki bir sürü şeyi halının altına süpürünce öyle kalıverdi lafı. Ne güzel. Aklıma da hemen Pygmalion, dolayısıyla My Fair Lady geldi. Eliza'nın büyük bir içtenlik ve saflıkla "I'm a good girl, I am" demesi falan işte, saf, içten. Öyle.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Gazlı Bez


Uzun süredir yapmak istediğim bi şeyi yaptı bugün birisi. Metrobüsten inerken içeri biber gazı sıktı. Haha mükemmel bi şey ya. İnsanlar delirdi, öksürenler bağıranlar ağlayanlar... Keşke ben yapsaydım ya. Gerçi ben yaparken içerde birini bırakacaktım video çeksin diye. Belki o da bırakmıştır ve şimdi dünyanın en eğlenen insanı odur. Bravo vallahi bravo! Yalnız sistem iyi işliyormuş, onu da anladık. Metrobüs hemen kenara çekildi, polis geldi falan. Gerçi tantanadan başka bir şey değil. "Kim sıktı, kim sıktı?" diye bağırdı bağırdı gitti. İnanılmaz hoşuma gitti bee üf. Bugün içimde yatan bir suçlu, bir düzenbaz, bir hırsız, bir serseri var zaten. Çok eğlendim.

Tam da o an kafamı demirlere demirlere vurmak üzereydim, "ben nasıl şimdiye dek Kürk Mantolu Madonnayı okumamışım?" diye. Vuramadım, güldüm, değiştim, okumaya devam ettim, hala değişiyorum işte, ne güzel...

16 Ocak 2011 Pazar

Beni uyandırma artık! Geçti diyorum, bari nefret ettirme! Nefret gibi ağır duygularla geçmesin ki zamanlarım, gerek yok. Pazar sabahım var sadece keyifle gerine gerine uyanıp yatakta rüyalarımı kafamda dizeceğim uzun uzadıya. Onu da sinirle stresle nefretle başlatma bir daha, başlatama! İki aydır ilk kez şükrettim "iyi ki o sarhoş hayatta değilim hala, iyi ki..." Başka başka şeyler de söyledim tabii şükür adına. Akıllılık ediyorum diye kendimle gurur da duydum. Sonra yine yatağa girip sarıldım kalorifere; ama olmuyor, o sinirle olmuyor işte.

Şimdi yeni bi hayat istemiyorum, kendi hayatımı istiyorum sadece. Artık kimseye hayat teslim etmediğim bilinsin lütfen. Ve ben de sırıtarak uyanayım cam kenarlarında; "bugün hava kapalı, gitmesene" diyerek diyerek.

Bugün hava cidden kapalı bak

Söyleyemedim Diye Mi? Bence Söyledim Oldukça

Hayır anlamıyorum, bir insanın görmek isteyeceği ve görebileceği en gurur okşayıcı cümleleri görüyorsun neden duruyorsun? İnsanlar böyle şeyler duymak görmek için bi taraflarını yırtıyor sen okşanan gururun ve yükselen egonla görünmez oluyorsun aniden. İki gündür isyanlardayım arkadaşım! Yanıyorum, börül börül alevler çıkıyor dirseklerimden boynumdan. Sinirim de arttı, alınganlığım da, heyecanım da! Patlama noktası? Evet belki oradayım ama patlamıyorum; biraz daha okumam lazım patlamak için; biraz daha rüya görmem ve çok daha yazmam lazım. Hepsini yaparken hepsini daha iyi de yapmam lazım sürekli. Şu anda imkanı yok ama, kaynıyorum bildiğin.


İçimdeki his! Sana soruyorum, dinle! Sen nesin böyle! Gidici misin, kalıcı mı? Ciddi misin, alaycı mı? Renkli misin, siyah/beyaz mı? Kafan yerinde mi ya senin hey? Evet soru sordum bu sefer; merak etme sana değil canım, hissime.

Bıktım mı monologlardan peki? Henüz değil. Ne de olsa bana ben lazımmışım öncelikle ve belki de sadece.

Neyse oldu o zaman.

11 Ocak 2011 Salı

Sabah Sabah


Sabahlar bu şarkıyla uyandığımız sabahlar gibi güzel değil artık. Yarım metrekarelik masalara muhteşem kahvaltı sofraları kurulmuyor. Uykumu da tam alamıyorum zaten; uyanınca "kendime şöyle güzel bi krep yapayım, hadi yine iyiyim" de demiyorum doğal olarak. Keyif insanıydım ben ya; hepsi geçiyor, keyifler akşamlara saklanıyor. Sabahlar hep yarı uyur yarı uyanık işte.

Bu sabah metrobüsteydim ve bu şarkıyı açtım; kendimi neşelendirmeye çalıştım ama olmadı. Eski neşesi kalmamış Paolo'nun da. Daha bir hüzünlü mü söylüyor ne, araya nağmeler falan sokuyor, bi' fena ediyor insanı. Yok o huzurlu-huzursuz sabahların tadı huzur umrumda değilken.

Her sabah 8:20'de çığlık çığlığa bağırmak istiyorum şimdi; "Bi' şey yemiyorsanız da şu dişlerinizi bi fırçalayın ya!" 9:05 gibi gülme krizi geliyor. Cevahir'in arkasında Psikolojik Hijyen Merkezi var, onun tabelasını ne zaman görsem gülmeye başlıyorum. Bu yüzden oradaki otopark görevlileri de ben öyle yaşıyorum sanıyorlar büyük ihtimalle. Ama böyle merkez de olmaz yani, yavaş temizle bakalım, sen kimsin?

Böyle işte, sabahlar şimdi bu kadarcık, coşkusuz, doyumsuz ve eğlencesiz. İyili-kötülü sinir bozukluklarıyla geçiyor işte. Beni kendime getirense işler yoğunlaşmadan önceki anlarımda harıl harıl yazmam her sabah. Bir de yazmaya ara vermiştim, hangi akla hizmettir? Tam bir gerizekalıyım! Eğer yazmasaydım bu kadar iyi hissetmezdim, suçlu, ezik büzük bi' şey olup çıkardım. Bükülerek böceğe dönüşüp yapış yapış ölürdüm. Şimdi maşallahım var. Şikayetçi değilim. Bir de şarkılar sönmeseydi, çok daha güzel olurdum. Olsun. :)

Selobant Aşklar



Bayılıyorum size!

9 Ocak 2011 Pazar

Her Gün Biraz Daha Yaşlanmıyor Muyuz Acaba?


Üç buçuk kilo almışım a dostlar! Düzenli hayatı bu yüzden seviyorum, oley! Tamam, Alexander Supertramp gibi kuruyup ölene kadar dolaşmak, görmek ve gerçekten yaşadığımı bilmek müthiş olurdu. Ancak madem şu an buradayım, madem bir süre daha bu şekilde devam etmek zorundayım ve madem düzen girdi hayatıma; o zaman biraz fiziksel olarak kendime gelmemde de bir sakınca yok.

Artık gündüz yaşıyorum, yaşarken de yemek yiyorum. Tüm yorgunluğuma rağmen üşenmeden ziyafet çekiyorum kendi kendime, oh yarasın! Gündüz yaşayınca ve çoğunlukla yorulmakla meşgul olunca düşünmek değer kazanıyor. Artık saçma sapan şeyleri daha az düşünüyorum. Özlemeyi, iç geçirmeyi neredeyse bıraktım. Önüme bakmak zorundayım çünkü. Bir sürü hayal, bir sürü plan, bir sürü liste var gerçekleştirecek. E şimdi ben bu kısıtlı zamanı arkama harcarsam hiç göremediğim, her gün gördüğüm önüme ne olacak? O da arkamın kokuşmuş bir yansıması, bir devamı olmayacak mı?

Zamanım çok kısıtlı hemen harekete geçmeliyim bu yüzden. Bugün biraz kötü başladı aslında, hava da kötü. İnsanın içini karartacak bir sürü sebep de var; ama yok yok yeni yılda şikayet yok; söz verdim. ;)

Annem burada ve bugün dönmeye kararlı, şimdi gidip uyanmadıysa onu uyandıracağım, mööthiş bir kahvaltıyla güne yeniden başlayacağız, sonrası da kısmet bakalım. :P

Related Posts with Thumbnails