Pages

30 Ekim 2010 Cumartesi

Harfler Mi Kalır Ölülerden?


İntihar eden bir kız son sözlerini buldum. Biraz uzun ama son söz sadece “elveda” olmamalı bence zaten. Ve o artık yok, ne ilginç.

09.01.2010 20:13 Fabrika Teras
Farklı kağıtlar, aynı hisler, hissizlikler. Yine de anı anıdır. Her şey hiçbir şey ve hiçlik her şeydir şimdi.

İçimden o taşanları aktarmak, belki elveda, belki merhaba diyebilmek için koştum durdum. Kalemim eski sarı tükenmez kalemlerden, kağıdımsa sigara kartonu. İstediğim an istediğimi yapabilmenin mükemmelliği ve nefesimi kesen heyecanı. Umrumda değil artık, hiç kimse, hiçbir şey, hiçbir yer, hiçbir zaman. Kendime bir “hiç mekan” yaratamadığım buralardan gidişime içiyorum. Şu kadarcık kalmışım gözlerde (baş ve işaret parmak arasında bir santimlik yer gösterilir bu sırada). O şu kadarcıklığımı büyük bir telaşla ve hızla kaybetmek istiyorum. Ben babamdan tokat yemedim, kimseye bana zarar vermesini sağlayacak kadar zarar vermedim. İçimden gözlerimi kapayıp yok oluşumu izlemek geliyor. Uzun sürecek hissi var ama. O yüzden gözlerimi de zorla kapatmalıyım sanırım. Gerekirse çengelli iğneyle yanaklarıma kadar çekerek, olabildiğince zarar vererek. Bir hikaye yazmak istiyorum, hayal kadar akışkan, gerçek kadar can sıkıcı, yoğun, katı. Kurgu! Ne güzeldi kurgu bilincimin açık olması. Ne güzeldi hepsini anlamak, yalanı doğruyu ayırt edebilmek, ne güzeldi hangisi gerçek hangisi hayal ürünü, kurgu bilebilmek. Yuh, hislerin yanında duygular, duyular, düşünceler, bilinçler, farkındalıklar da yok olmuş. Ben sadece dişi bir bedenim şimdi. Sadece kemik, et ve kan yığını. Başka bir şeyim kalmadı. Neymiş? Şu kadarcıkmışım. Sen ne kadarsın acaba? Gözümde, gözlerinde, gözlerde ya da kendince? Ne kadarsın? Üstümde güç gösterisi yapacak, ağzıma “Öl!” diyerek ilaç sokacak, tüm duygularıma duygusuzluk, hatta hayvanlıkla cevap verecek kadarsın. Umarsız, düşüncesiz, alkolik, pislik... Ne yazıcam ya... umrumda değil artık. Sevebileceğim hiçbir şeyin kalmadı. Gözlerindeki alevleri gördükten sonra... Neyden sonra? Hiçlik, hiçbir şey. Nisan ayıydı, aptaldım, sarhoştuk, dışarıda, ilk midye yemem, nar kokusu, Olga yatıyordu, bilmediğim bir ev, semtler, yine İstanbul. Sonra Bodrum... ve yine İstanbul. Yoktuk. Heceler vardı, hala var... Okuduklarım... Tartışmalar... Gelmeler ve elbette ki gitmeler... Otobüste... Şehir yokken... evet yoktu, İstanbul değildi, Bodrum da... Didim de... Güvercinlik de, Side de... Yok İzmir hiç değildi. Belki Bursa’ydı, belki Balıkesir, Ayvalık olamaz, çadırda değil. Kokşuşmuş tuvaletlerde işemiyorduk... Çamlar, kozalaklar... İmkanı olmadan makarna olmaz... Hemen şuracıkta balkondan sarkan bacaklar... Aşağıda uğur böcekli pasta teklifleri olmadı, kokteyller yapılmadı ve sihirli anlar yaşanmadı. Bir akşam Karaköy’de can yeleği düdüğü çalmadı, altına işeyen de yok... Efes’i beğeniyor herkes... Kamikazeye binmiyorlar. İmkansızı istemiyor insanlar... Tır şoförü tanımıyorsan tıra binemiyorsun artık; dünya değişti. Kuşadası simsiyah... Dondurması sakızsız Ayvalık dondurmacılarının. Ayvalık tostuysa sadece Galatasaray’da satılıyor. Hikayeler yazıyor S. hala, çünkü kafası çalışıyor, hala hayal kurabiliyor. Dünya hayalle dönüyor. Herkes istediğini yaşıyor ve yaşatıyor. Oscar Wilde’ın dediği gibi yıllar önce, sevdiğini öldürüyor herkes. Nasıl olduğunun evet, hiçbir önemi yok. Sevdiğini öldürüyor insanlar. Ölümüm şu an söz konusu ve sevilmek güzel geliyor, severek öldürülmek... Hikayenin sonu elleri kana bulanmış bir barış ilan edilmesiyle geliyor. Önemi yok, sevgiyle olursa kanlar görünmüyor, kanlar hiç görünmemişti yaralanırken bile. Beklemiyoruz artık zaten görünmesini. Sevdiğini yaşatandan çok öldüren var artık; hem de Reading’de yatmıyor hiçbiri. İstekler farklı, cezalar farklı ve yanlı artık. Kimsenin ayak bileğinde ağırlık yok, ya da kimse kürek çekmiyor artık istemediği yere, zorla. Dünya tam da hayallerimizdeki gibi şimdi. Kurduğu dünyadan memnun olmayanlar ya gitmeyi seçiyor benim gibi, ya da gönderiliyor memnuniyetsizlikleri anlaşılıp. Yazmak ne güzel. Her şey bitip tüm bedenim çürüdüğünde bu şarap kokulu nefesimi verdiğim kağıtlar kalacak. Evet, bak şu an nefes alıyorum, nefesimi verdiğimde buraya hapsoluyor bir şekilde. Benden kalıyor, size, isteyen, istemesini ve isteyeceğini bilen size. Bu yazılarla pişmanlıklar ve hüzünler de gelecek belki ama kalacak, elimde değil. Her ne zamansa bulunacak bunlar, uzun ince kağıtlar, kartonlar, bira etiketleri, orası burası, çeşitli yerler, anlık ve bana ait. Dokununca nefesime dokunulacak, okuyunca beynime, ve ruhuma. Çok sağlıklı bir düşünce değil bu biliyorum, ama çok da umrumda değil. Tek düşüncem annem babam. Asla bilmesinler, görmesinler yazdıklarımı. Sakın ha dokunmasınlar hiçbirine. Tek isteğim bu. Yarattığım ve yaratacağım sıkıntı ve yıkıntının farkındayım. Öyle ki tek korkum da bu. Bana bi şey olmaz, olan olmuş zaten. Olan olacak zaten, olmak üzere zaten.. Gidecek yerim yok, zaman kavramım yok, isteğim yok. Her şey başa sarıyor. Keşke 19 yaşında olsam yine diye düşünüyorum, bu kadar samimi ve duygusal olabilseydim yine, yine hislerim olabilseydi. Anlaşılmayı yine böyle özlemle bekleseydim, çabalayacak gücü bulabilseydim, sömürülmeseydim. Keşke böyle hislerle dolu olabilseydim, hatamdan ders çıkaracak kadar akıllı olabilseydim keşke, ve şu kadarcık kalmasaydım. Bunu kendime yaptırmasaydım. Mutlu olmalı, yalan söylememeli ve içinden geldiği gibi dürüstçe düşüncelerini bağıra bağıra yaşamalı. Vee, hayaller gerçek olur. Benim olmadı, çünkü taviz verdim ve beceremedim. İnanıyorum olabileceğine. İnancım, pek çok şeye olan, yok olduysa da... Her neyse, göremeyeceğim belki de başkalarının mutluluklarını ya da hayal kırıklıklarını. Hiçbir şey zaten bilmiyorum, algılayamıyorum; tamamen sıfırlanacak. Anne, baba, neden varsınız? Ya da neden tutuyorsunuz beni bu kadar? Uçmak istiyorum... Son anım da olsa uçarak değerlendirmek ve sonra yok olmak... Elveda demeye yetmeyecek olsa da gücüm... uçmak...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Veda Değil, Sakın Ağlama


Blog konusunda bu kadar tutarlı olabileceğimi düşünmezdim. Malum ortaokulda günlük sayfalarımın ablam tarafından çalındığını bile anlamamış biri olarak fazla umarsızdım. Çok şey değişti, değişimin hemen hepsini saçma sözlerimle yazdım durdum buraya. Memnunum ama okuduğumda ağladığım bir sürü yazı var.

Ağlamak demişken... Yazı yazmaya, en azından blog yazmaya uzun bir ara vermeye karar verdim. Herhangi bir şeye tepki göstermek değil bundaki amacım. Sadece bir şey denemek istiyorum. Bakalım konuşarak dökemediğim birçok şeyi buraya dökmeden nasıl idare ediyorum, görmek istedim. "Ananın karnından blogla mı doğdun?" diyebilirsin, hayır ama yazmak özeldir. Sevgilin onun sevmediğin taraflarını dinlemeyi sevmez, ama ona bunu yazıp verirsen, sonunda harekete geçmeyecek dahi olsa fark etmeden seni dinlemiş olacaktır. Ya da arkadaşından uzun süre bir şey sakladıysan, ona bir yalanı yaşattıysan, evet karşısına geçip konuşmaya genellikle cesaret edemezsin, bunu yapacak çok az yürekli arkadaşım oldu, o yüzden telefonuna mesaj atarsın, e-mail atarsın, eskiden de mektup yazar, not gönderirdin işte. Senden hoşlanan birine umut vermek için suratını kullanamadığın o ezik anlarında ona bunu yazmayı seçersin.

Hepimiz çok garibiz, ama hepimiz bu yolları seçiyoruz. İletişimin her türlüsüne açık bir insanın şimdi durmayı seçmesi de garip. Sana açıkça söylemeliyim o zaman; yüzüne bakıp konuşmayı seçemeyen, onu da geçtim iki satır karalayıp kendini ifade edemeyen insanlar yüzündendir bu ara. Deneydir, ya da değildir ama empati kurmanın yolu yok onlardan olmadıkça. Ve inan empati şu dünyada en zevk aldığım şeylerdendir benim. Ama yapamıyorum, sınırlarımı zorluyor, ve değişiyorum.

Bundan sonra yolda gördüğü geçen bahardan kalan yaprakla heyecanlanmalarım, yaptığımız muhteşem kahvaltılara "of ne güzel oldu bu!" deyişlerim, dinleyip beğendiğim müzikleri savunmalarım, uyuşturucu kullanmadan ellerimin boyutuyla ilgili 15 dakika süren konuşmalarım, gülme krizlerim, sebepsiz ağlamalarım, yeni doğmuş kedi gibi bir sürü şeye şaşırmalarım ve bir sürü Simay'lığım yok. Yazılarım yok. Dalga geçilebilecek, aşağılanacak, umursanmayacak, gülünecek hiçbir şeyim yok.

Çok duygusalım, kırılganım evet ama bundan sonra o da değilim. Senim, aynayım, inan çözülmeyi falan da beklemiyorum. Dikkat çekmek için de yapmıyorum. Dikkat çekmek istesem konuşmayı seçerdim. Oysa isyanıma burada mola veriyorum. "Neden?" sorusunun sonuna şimdi virgül koyuyorum. Soru yok, paylaşmak yok, heyecan yok, gözyaşı yok. Boş kahkahalarım var, heyecanlı sohbetlerim var-çünkü çok güzel anılarım var, öfkem var, yumruğum var, her türlü duygum var ama hepsi aşırı, hiç duygum yok çünkü duygularım duvarlara çarpıp kafamdan vuruyor beni.

Sarhoş gibiyim, çok az uyudum ve çok garip rüyalar gördüm. Rüyamın sonunda Sylvia Plath'in bir kitabını gördüm sahafta: Don't Be A Semi-God To This World, Be The God:75 krş. (Bu Dünyaya Yarı-Tanrı Değil, Tanrı Olun:75 kuruş) Kitabı elime aldım, çok ucuz olduğunu düşündüm. Şimdi sahaf diyorum ama değildi, rüyanın diğer detaylarını anlatmayacağım için sahaf diyorum, sahaftaki klozete oturdum, kendimin karşısına geçtim ve elimi uzatıp sifona bastım, dönerek içeri doğru yok olduğumu gördüm. Sonra da dönüp rüyama bambaşka bir karakter olarak devam ettim.

Sabah yatarken aklımda apaçiler vardı. Onlara aslında ne kadar saygı duyduğumuzu, içimize aldığımızı düşündüm, onlarla ilgili bir şeyler yazacaktım. Ama bu rüya, ve bu dünya beni yarı tanrılıktan tanrılığa yükseltti, hem de 75 kuruşa.

Şimdi beş para etmez bir tanrıyım aynen diğer bütün tanrılar gibi; ve görüşürüz.

Muah

1 Ekim 2010 Cuma

Koltuk Altı Meyve Tabağı

Kulvar tartışmalarına girmeyeceğim. Ben gerekli olduğunu bile düşünmüyordum. "Aman bu sevgilim, bu en sevdiğim arkadaşım, bu ailem, bu uzaktan akrabam, bu dostum, bu tanıdığım" falan filan. Aslında bu kulvarlara yerleştirme durumu insana avantaj sağlayabiliyormuş. Bir kere arkadaşlar arasındaki kıskançlığı yok edebiliyor. "Onu benden daha çok seviyorsun" diyen bir arkadaşınıza; "Ama o benim yakın arkadaşım. Oysa sen en sevdiğim arkadaşımsın." diyebiliyorsunuz. Hatta işi abartıp cinsiyet, yaş, yaşadığı şehir, ekonomik durum gibi kıstasları ele alıp bir güzel arkadaşınızı kandırabiliyorsunuz bile. Böylece kimse kırılmıyor, herkes kendini özel hissediyor.

Ancak bu kadar kolay ve yararlı bir işlemde bile hata yapabiliyor insanlar. Ben hiç mi yapmadım? Tabii ki yapmışımdır, sonuçta çok uzun zaman olmadı, yeni bir kulvar kullanıcısıyım. Ama yuh denecek bir hata da yapmadım. Hadi sevgilisini arkadaşıyla aynı kulvara koyup birbirlerini yolmalarını bekleyenleri de gördük diyelim. Aralarında seçim yapmak zorunluluğunu hissedenler falan filan. Tamam bu kadar saf olunabilir. İnsan sempati duyuyor yine böylesine. Ama bir insanla bir nesneyi de aynı kulvara koyup yarıştıramazsın be kardeşim! İşte buna YUH derler!

Birini bir şeye tercih edemeyeceğin gibi bir şeyi de birine tercih edemezsin. "Onun gibi dostum olacağına bin tane düşmanım olsun" dersin. Ama arabam olsun karım olmasın diyemezsin. Araba istemek çok farklıdır, çok maddidir. Kadın istemekse duygusaldır. İkisinin de egoyla alakaları %100'dür ama egoyu bir kedi gibi görürsek biri kedinin başını okşar diğeri kuyruğunu, ve kedi bunların ikisinden çok farklı şekilde etkilenir. Yani egomuzu da iki boyutlu görmeyelim artık.

Neyse, ben sevgiliye tercih edilmiş bir arkadaş olarak az zararla yoluma devam edebilirim ama ya o araba beni o yolda ezer geçer ya da ben onu koca bir vinçle bekler yerle bir ederim. Bunu da söylemeliyim.

Daha adil yarışlar lütfen, daha adil yarışlar!

Related Posts with Thumbnails