Pages

27 Ağustos 2010 Cuma

Oturuyoruz, Ellerimiz İki Yanımızda


Bugün yeni doğmuş kedi gibi her şeye şaşırıyorum.

Çeviri yaparken "Hayatıma şimdiye dek kaç kişi girdi acaba?" diye düşündüm. Kendimi hatırladığım anlardan beri acaba 500 kişi girmiş midir dedim. Yani illa içli dışlı olmak değil, tanışıklık manasında. Sonra 500 az geldi, sonra da çok geldi. Bir an "Kimseyi tanımamış olsam nasıl olurdum?" diye düşündüm. Sonra da "Tanıdığım insanlar fark ettirmeden bana neler kattılar da bu günüme geldim?" diye sordum. Son olarak bir liste yapmaya başlayacağım, boş zamanlarımda aklıma gelen kişileri ekleyeceğim. Her gün büyüyen bir liste, çok eğlenceli ve ilginç olacak!

Sonra dışarı çıktım ve karşıya geçmeden önce trafik lambası yansın diye basılan düğmelere her seferinde en az iki defa bastığımı fark ettim. Geri dönüşler yaşadım ve evet, hep böyle yapıyormuşum kendimi gördüm binlerce kez aynı pozisyonda.

Bazen kendimi aslında binme niyetim olmayan bir otobüste buluyorum. Bugün de öyle oldu ve o otobüsten indiğimde bunu yaptığımı unutuyorum hep. Ama bugün "Benim ne işim var burada ya?" diyerek düğmeye basıp indim hemen. Sonra şaşırdım, bunu hep yaptığımı, bir yerlerde aktarma yapmak planında olduğumu düşündüm. Sinirimi yatıştırdım.

Bu sebepten otobüsten indiğim için Aksaray metrosuna bindim ve bilen bilir metronun kendine has iğrenç bir kokusu vardır, her araçta, her vagonda her koltukta ve her camda hem de! O metronun kendine has kokusu değilmiş, bugün o kokunun sahibini gördüm. Kendimi inanılmaz şanslı hissettim ve düşündüm ki eğer herkesin kendi kokusunu tanıyacağını bilse adam asıl nasıl şanslı hissederdi? Sormak istedim, ama hiç o kadar rahat olamadım ki.

Adamın şokunu atlattıktan sonra kokan insanları düşündüm. Tamam insanın kendi kokusunu duyması biraz zor ama çok mu izole yaşıyorlar da etraflarında "Be abicim amma kokmuşsun!" diyecek kimseleri yok. Ya da hiç otobüste, metroda boşboğaz bir teyze yanındakine kendisiyle ilgili olarak ağız kıvırarak "Pis adam, kokuşuk adam!" gibisinden laflar etmemiş. Bana bir kere deseler bir ay dışarı çıkamam utancımdan. Şanslı hissettim kendimi, bunun yetişmeyle falan alakası yok ama iyi düşünmüşüm dedim kendi kendime.

Metroda ilk kez görevlilere nasıl yemek verildiğini gördüm. Bilmiyorum belki ramazana özel bir şeydir ama güzeldi. Elinde telsiz ve iki kocaman poşet olan bir adam ilk (kimine göre son) vagona biniyor, varacağı duraktaki görevliye telsizden haber veriyor. Yolda poşetten sayısına göre plastik kapalı tabldotları çıkarıyor, durağa gelindiğinde görevli onu kapının önünde karşılayıp yemekleri alıyor ve yolculuk devam ediyor. Adam bunu hava alanına kadar yapıyor, çok eğlenceli. Ben olsam daha eğlenceli hale getirebilirdim. Neyse en azından bu adamlar nerede yemek yiyor bütün gün burada sorumun cevabını almış oldum.

Metroya binerken ilk kapıdan girip inerken son kapıdan indiğimi, böylece çıkışa çok fazla yürüdüğümü daha önce düşündüğüm ve binerken yürümeyi tercih etmek için kendimi uyardığımı hatırladım yine sondan inince. Ve bu hatırlatmayı kendime onlarca defa yapmış olsam da binerken hiç düşünmediğim geldi aklıma. Bugün efsane bir gündü!

Yürüyen merdivenden hiçbir inişimi hatırlamıyorum. Bugün inerken bunu fark ettim ve "bunu hatırlamalıyım, o yüzden garip bi şey yapıcam" dedim. Son 4 saniye boyunca kalçamı merdivenin metal duvarına yasladım ve yürüyen merdiven biterken attığım o adımı atmadım, bekledim ki bittiğinde karaya öylece ayak basayım. Aynı zamanda duvar da bittiği için kalçama tutunma bandı çarptı ve kendimi karada buldum. Harikaydı, asla unutmam. Sonra da yürürken gerçekten inanılmaz ve hatırlanası diye düşünüp güldüm.

Eve gittiğimde İdil karnıyarık yapmıştı. Düşündüm de nasıl yapılacağını bildiğim ama hiç yapmadığım tek yemek karnıyarık. Kendime ceza verdim ve karnıyarığı ikiye bölüp sadece yarısını yedim. Diğer yarısını yaptığımda hak edeceğim dedim. Neyse zaten aç değildim.

Uzun bir süredir yürürken başımı öne eğiyordum. İnsanları incelemeyi çok seviyorum ama incelendiğimi görmek rahatsız ediyor, çünkü benimki gibi bir niyeti yok insanların. Neyse bu derin bir konu. Kafamı kaldırdığımdaysa genelde somurturum, kaşlar çatık falan. Bugün dedim ki bence biraz gülmeliyim. ağzımı iki kenara yaydım, benim için zor olmadı, çünkü zaten aklımda koca gün yaşadığım güzel şaşkınlıklar vardı. Sırıta sırıta gidince insanların bakışlarının değiştiğini gördüm. Bana değil etrafıma bakmaya başladılar, acaba ne var da bu kadar gülüyor bu kız diye bir düşünce sanırım. Bense bunu avantaja çevirip dur biraz daha özgüvenim olsun diyerek kafamı da sağa sola sallamaya başladım. Gerçekten, o arabalardaki sallabaş köpekler gibi. Sırtında kocaman bir çanta, elinde tripod, ama kamerası ya da fotoğraf makinesi de yok. Hay allah diye ben de bir dönüp bakardım etrafına bu kızın.

Durağa giderken merdivenin başında bir çift gördüm. Kız konuşuyordu, adam bana bakıyordu. Kızın "Beni dinlemiyorsun!" dediğini duydum. Adam da "Şu kıza bakıyordum ya." dedi aptal cesaretiyle. Kız nedenini nasılını dinlemeden bana baktı ve anında adamın boynuna bir tokat indirdi. O anda gözlerimi patlattım ve bütün sırıtmam gitti yüzümden. Merdivenden indim, başımı eğdim ve somurtarak geçtim yanlarından. O anda belki de egomun tavan yapması gerekiyordu. Kadınlarda vardır ya bu. "Benim yüzümden sevgilisinden ayrıldı, benim için kavga etti..." bıdı bıdıları. Bende yoktu, olamayacağını da anladım. Hemen soru sormasa ve haksız durumda da olsa kızla empati kurdum. Benim sevgilim olsa ben nasıl davranırdım diye sordum kendime. Cevap veremedim. Çünkü olmadan önce bir durumu düşündüğümüzde hep mantıklı cevaplar veririz. Olması gerekeni ancak düşüncelerimizde uygularız. Belki de o durumda o anda ben olsam yıllardır bacağımda sakladığım silahımı alıp aynı sağ boyundan vururdum onu. :)

Başım önde, somurtarak bindim otobüse yine. Hoş geldin Simik dedim. Birkaç durak sonra bir kız geçti yanımdan. Bana hiç dokunmadı ama sıcak rüzgarı geçti üstümden. O kadar rahatsız oldum ki, sonuçta başkasının ısısı, benim üzerimde ne işi var diye kollarımı sildim ellerimle. Saçmaladığımı düşündüm sonra. Bu çok basit bir şey ve bu kadar takmamalıyım. Birden kızı unuttum ve yine kendime döndüm. Ya ben de insanlara böyle bir sıcak rüzgar estiriyorsam? Zaten iğrenç bir sıcaklık var havada, ya ben de daha fazla ısıtıyorsam? Sonra kendime çok aptal bir sonuç çıkararak tatmin oldum. Ben soğuk bir yapıdayım, tanımadığım insanlara karşı hep mesafeli ve gıcığımdır. Yani soğuğum işte. Olsa olsa buz gibi bir rüzgar estiririm dedim. Bu da belki insanları ferahlatır diye düşündüm. Hatta sonradan asla uygulamayacağım bir karar verdim. Bundan sonra insanlara hiç dokunmamaya çalışarak çok yakınlarından geçeceğim. Sırf iyilik olsun diye. Ya bi git! Şimdi gülüyorum şu salak sonuca. Isıtıyorumdur tabii ya, salak mısın? Neyse bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum.

Burada köşede temizlik malzemeleri satan küçük bir dükkan var. Orada genç bir adam ve bir transeksüel duruyor. İkisini sürekli cilveleşirken görüyorum, ilk zamanlar garip gelse de artık alıştım. Ama bugün beni asıl şaşırtan şu oldu; genç adamın annesi de yanlarındaydı ve kadın gayet iyi görünüyordu. Kendimi onun yerine koydum, oğlum bir transeksüelle birlikte olsa belki de "Ortalıkta kadın mı kalmadı?" gibi yobaz bir soruya kadar vardırabilirdim bu işi. Ya da en iyi ihtimalle memnun olmaz ama sesimi çıkarmazdım, ama memnuniyetsizliğim davranışlarımı etkilerdi, onlarla oturup kahkahalarla muhabbet edemezdim mesela; sanırım. Bilmiyorum işte n'apardım. Kadın belki de "Aman bizim oğlan bunu hamile de bırakamaz, başımıza kalacak değil ya; eğlendirsin gönlünü, elbet bir gün çocuk isteyecek, o zaman bırakır." diye düşünüyordur. Ya da bilmiyorum, gerçekten onaylıyordur. Karışması haddine değil, düşünmek de benim haddime değil ama benim empati sınırlarımı aşıyor. Aman yine de hoşlanmıyorum cinsiyet değişiminden. Çünkü fazla düşünüyorum hayatlarını.

Bu düşüncelerle eve kadar geldim, merdivenleri çıkarken düşündüm de bu sokakta sadece Barış'ın apartmanının kapısı var. Yani mesken olarak. O yüzden insanlar biz apartmana girerken bön bön bakıyor. Bir şeyin tek olması hep dikkat çeker ya. Ama bu unutulmaz, hayat değiştirici teklerden değil tabii. Yine de şaşırdım bunu hiç düşünmediğime.

Ve en ilginci de tam kapıyı açarken oldu. Aşağıdan ayak sesleri geldi, ben kapıyı açarken de "Bakar mısın?" diye bir ses. Baktım tabii aşağı. "Ya burası ne? Dernek falan mı?" dedi. Ben de gergin bir suratla, "hayır ev!" dedim. "Hadi ya? Burada mı oturuyorsun?" dedi kafasını uzatarak. "Hayır, iyi akşamlar." dedim. "Ya şey..." derken suratına kapattım kapıyı ve kilitledim. Mırıldandı indi aşağı. Korktum tabii ki, güvenmiyorum bu eve, insanlara hiç. Belki ben bir salak olsam bir sonraki cümlesi "bakabilir miyim içeri, çok merak ettim?" olacak ve ben de geç bak diye umursamayacağım. Sonu da cinayet falan işte! Neyse kilitliyim ve şaşkınım şimdi. Güvense güven bu kadar. İnsanlar ne kadar cesur ama! En çok 3 yaşımızda sorduğumuz "Bu nee?" gibi bir soruyu kocamanlıklarına aldırmadan pişkince sorabiliyorlar önlerine gelene.

Son olarak çok utanarak söylüyorum ki bu sabah bir ara "Aman Barış böyle uzakta olsa da ara sıra gelse ya İstanbul'a." derken yakaladım kendimi. Bacağıma bir çimdik attım, cezamı buldum. Arada oluyor böyle şeyler, yalnızken ve uzaktan gelen bir sorun olmadığında fazla huzurlu olmak da batabiliyor insana. Akıllı olmak lazım, ne istediğini bilmek ve istediğini yapmak.

Şimdi istediğimse cumartesi günü eve gidip annemle babama sarılmak, iyice bir karnımı şişirmek, arkadaşlarımı görmek, birkaç gün sonra da arkadaşlarım ve sevgilimle kumlara serilip bira içmek, ve yengeçsiz gecelerde ateş başında gülmek.

Bugünün fazladan heyecanına rağmen dediğim gibi artık oturuyoruz yavaş yavaş, ellerimiz iki yanımızda.

24 Ağustos 2010 Salı

Tarkan'dan Gülümse Kaderine


Artık durulmayı öğrenmemiz gerekiyor. İçimizde deli gibi bizi iyi ya da kötü aşırıya zorlayan bir ateş var ki dokuz ay oldu hala sönmüyor. İnsanız dedik, geçer dedik, bazen de geçmezse geçmesin dedik. Ama bu öfkenin, tutkunun ve her türlü aşırılığın içimizden çekilme vakti geldi.

Kendi adıma söylüyorum bu içimdeki hiperaktivite, bu dışımdaki uyuşuklukla birleşince hiç hoş olmadı. Dengesizleştim. Bilincimi kaybettiğim bile oldu, ki aptal aptal övündüğüm ve bana huzursuzluktan başka bir şey getirmeyen farkındalığım ve bilincimdir hep. Onu bile kaybettiğimin bilincindeydim fakat. Çok yoruldum, yıprandım, yaşlandım. Hiçbir şey yapmadan aylar geçirdim. Bir haftada bitecek kitapları baktım ki aylardır bitirememişim. Doğru düzgün müzik bile dinlemiyorum. Bir zamanlar sanırım biraz Hollywood filmleri izlemeliyim diyordum, bunu abarttım. Yazı yazmaya gelince; hep bir şeyler yazdım ama geri dönüp baktığımda hep boğuldum. Roman ise hala ilk halinde duruyor. Oyunlar ona keza. Ve en önemlisi de kafamdaki senaryoları bitirememiş olmak.

Asıl sebebim aşktır, insan kendinden utanıyor ya aşık olduğu için hayatının karardığını söylerken. Neyse ki imdadıma başka sebepler de yetişiyor. Çeviriler, iş arama çabaları, saçma iş görüşmeleri, muhattap olunan cepler dolusu boş insan... Sanırım yaşadığım her anı gereksiz yere önemsiyorum. Gördüğüm, adımı söylediğim her insanı hayatıma girmiş kabul edip sorun yaşıyorum. İnsanların boşluklarını doldurmaya çalışırken deliniyorum.

Sanırım deliriyorum. Kafamın içinde aynı anda kendilerini düşündürtmeye çalışan binlerce düşünce var, binlerce olgu ve binlerce olay. Ve fiziksel hayatım... İşte artık yeter dememin sebebi aslında. Vücudum düşüncelerimi kaldıramaz halde. Aylardır verdiğim kiloları almaya çalışıyorum ama tık yok. Üzerimi kurtlar kaplamış, izin vermiyorlar büyümeme.

Eşek kadar oldum, bi kendimi silkelemeyi öğrenemedim. Şu anda sabahın köründe çok az uyumuş ve az sonra saatlerce sürecek olan çeviriyi yapacak bir Simay var. Birkaç gün yalnızım, huzurum şimdiden başladı. Bu koşullar altında bile ellerim bacaklarım orada burada kayıp gidiyor.

Huzurum her şeyden önce gelmeli ve durulmalıyım artık. Ay bilmiyorum, üzmeyin, sinirlendirmeyin işte beni.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Başlatma Aşkına




Hepimizin derdi aşk olmuş. Eyvah sevgilim yok! Eyvah aldatıldım! Eyvah terk edildim! Eyvah sevgilim bana kötü davranıyor! Eyvah evde kaldım! Bıd bıd bıd. Çok mutluyum sevgilim var! İyi ki böyle çok güzel biriyleyim! Ne güzel tatile çıktık! Aman bana hediyeler aldı! Bıd bıd bıd. Gelemem sevgilim kızar! Gelemem sevgilimleyim. Yapamam, sevgilim ne ders sonra! Bıd bıd bıd.

Sevgili düşünmekten kendini unutuyor insanoğlu. Hepimiz mutluluğumuzu, huzurumuzu sevgiliye aşka bağlamışız. Kimse annesiyle tartıştıktan sonra günlerce ağlamıyor, ya da hiçbirimiz işsizim diye ağlamıyoruz bir yıl boyunca her gün. Çünkü hepimizin aklı şeyimizde. Ne kadar yanlış olsa da böyle. Aynı sevgiyi, aynı nefreti bize başkaları da verebilir. Başkaları da bizi mutlu ya da mutsuz kılabilir. Olay cinsellikte bitiyor işte. Daha öptüğünde insanı belli bir kategoriye sokuyorsun. "Sen benim sevgilimsin ve bundan sonra ne olursa olsun senin tutumun benim psikolojimi değiştirecek sadece." Ve parantez içinde "Çünkü ben bir gerizekalıyım; ama suçlama insanım."

Herkes birbirine "Kendi hayatını yaşa, onun hayatının bu kadar içinde olmasına izin verme." der ama söyleyenler de dahil bunu yapamazlar. Ben de öyleyim. Bu belli duygu durumunu öyle bir yere koyuyorum ki iplerimi eline alıyor. Ha ben de alıyorum ipleri bazen elime. Ama bu ipler kendi iplerim olmuyor işte. Sonra ipler dolanıyor, kuklalar yamuluyor, dengesizleşiyoruz.

Bir iddiam var; evet sevgilisi olan herkes dengesizleşir. Çünkü kulağına tekmeyi yemiştir o öpücüğü vererek. Ve bu dengesizlik bu durum sürdükçe devam eder. Kendimizi öyle alıştırırız ki bu dengesizliğe, o yüzden hayatımıza 6 ay biri girmeyecek olsa kudururuz. Hadi canım hepimiz biliyoruz niye kudurduğumuzu. İplerimiz boştadır ve kolumuz kendi iplerimizi tutacak kadar uzun değildir.

Kim olduğumuzun hiçbir önemi yok, iyi ya da kötü hissetmemizi sağlayan tek şey sevgilidir.

Of bunları yazdıkça ne kadar saçmaladığımızı görüyorum. Ve bile bile saçmalamak gibisi de yok.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Tavuk Gibi Yaşamak Olmaz


Bir insan her zaman doğruları söylemeye, doğru yaşamaya, aklını kullandığı alanları genişletmeye çalışıyorsa; bilinmelidir ki çevresinde onu yalancı, yanlış ve gerizekalı olarak tanırlar. Çünkü doğru konuşmak, doğru yaşamak, akıllı olmak imkansızdır insanların çoğunluğu için. İstisna diye bir şey de asla yoktur, olabilir mi hiç ya? Saçmalık.

Rüyalarımız, hayallerimiz, düşüncelerimiz, okuduklarımız ve yazdıklarımız, yarattıklarımız ya da yıktıklarımız bize ait. Sorumluluklarını tek başımıza omuzlayamayacaksak o istisnalardan olamayız. Sınırlarını bilmeksizin yaşayanlar ve başkalarının sınırlarını ihlal edenler de asla o istisnalardan olamayacaklar.

İstisna olmak ki...

Biraz rahat bırakalım zihinlerimizi öf.

Bu arada beyin fetusa ne kadar da benziyor. Bildiğin beyiniz.

8 Ağustos 2010 Pazar

Öz Mavi Medya ve Serkan Köksal Rezaleti!



Sırf Google'da bu şirketi ya da bu adamı araştıranlar görsün diye yazıyorum bu yazıyı. Kendileri Kobi Life isimli bir ekonomi dergisi çıkarıyorlar, imtiyaz Sahibi de Serkan Köksal denen bu adam. Secret CV'deki editör ilanlarına başvurdum ve görüşmeye çağırdılar. Görüşmeye gittim tabii ki.

Serkan Köksal denen bu adam nasıl bir hayat yaşadıysa görgü kurallarından nasibini alamamış. El sıkışmayı parmak tutmak sanmış hayatı boyunca. İlk anda insana hiç güven vermeyen bu hareketinden sonra adamın odasına bakıyorsunuz ister istemez. Benim boyumu bile geçmeyen yükseklikteki pimapen bir panelle diğer çalışanlardan kendini ayırmış. İş görüşmesi boyunca telefonda konuşan insanları dinliyorsunuz zaten. Neyse benim için sorun değil, kendi odacığı. Bundan sonrasını karşılıklı konuşma olarak yazayım.

- Adın neydi?
- Simay Aydın.
- Ne? İsmail?
- Simay Aydın.
- Hangi pozisyon için gelmiştin?
- Kobi Life dergisinde editörlük için.
- Dergiyi inceledin mi hiç?
- İnceledim evet, internet sitenize de baktım. Bu arada internet siteniz virüs uyarısı veriyor, ben yine de girdim ama internet kullanıcısı o uyarılardan korkuyor.
- Sitemizde virüs yok. Al dergiyi incele.
- Peki.
(dergiyi incelemeyi bitirmemden tam 5 dakika geçiyor)
- İnceledim dergiyi.
- Ekonomiyle aran nasıl?
- Kişisel olarak sürekli ilgilendiğim bir alan değil, ama takip ediyorum ve işim bu alanda olacaksa...
- Bilmiyorsun yani.
- Bilmiyorum demedim...
- Ne mezunusun?
- İngiliz dili ve edebiyatı. İstanbul Üniversitesi'nden.
- Kaç yıllık o?
- 4 yıllık, ben hazırlık okudum bir de.
- Neden böyle bi işe başvuruyosun ki? Öğretmen değil misin sen?
- Hayır edebiyat fakültesi çıkışlıyım, eğitim değil. Öğretmenlik yapanlar var ama ben düşünmüyorum.
- Ama niye? İngilizce öğretmiyolar mı orda? Ne alaka dergi işi?
- İngilizce öğretmiyorlar, İngiliz kültürü ve edebiyatını öğretiyorlar. Eleştirmeyi, analiz etmeyi öğretiyorlar, yazı yazmayı öğretiyorlar. Ben medya sektörü istiyorum, zaten şimdiye kadar çalıştığım yerler de hep medyayla alakalı.
- Ama CV'nde öğretmenlik de yazıyor?
- Evet, öğrenciyken bir dönem ders verdim ve bir kursta çalıştım, ama yapmak istediğim iş öğretmenlik değil.
- Anlamadım neden öğretmen olmadığını. Bir de reklam için başvurmuşsun o ne alaka?
- Reklam masterı yapıyorum ben.
- O nasıl oluyo?
- Marmara Üniversitesi'nde Reklamcılık ve Tanıtım bölümü var.
- Yok ordan mezun olup oraya nasıl... Neyse beş tane dergi tecrüben varmış. Nereler onlar?
- Türk Medya'da Stuff ve Maxim'de çalıştım. Biri teknoloji, diğeri erkek dergisi. Wingman isimli online bir erkek dergisinde çalıştım. Bir de kendi çıkardığımız bir dergimiz var, o hala devam ediyor ama amatör bir çalışma.
- Bu yazı yazdığın Palimsest de mi amatör?
- Evet.
- Eh sen hiç kurumsal bir dergide çalışmamışsın hepsi amatör.
- Hayır iki tanesi amatör, diğerleri kurumsal dergiler.
- Senin çalıştığın bütün dergiler amatör, ben de beş tane dergi tecrüben var diye çağırdım. Benim için niteliksizsin öyleyse.
(burada o işe girmekten vazgeçen ve kişisel savaşını veren Simay giriyor devreye)
- Yanlış anladınız, iki tanesi amatör dergilerin. Diğer üçü...
- Bana yazı yazacak, röportaj yapacak, yazı düzeltecek, koordineli çalışacak insan lazım, ama sen amatör çalışmalarında bunları yapmamışsın.
- Ben onları amatör çalışmalarımda da yaptım, kurumsal dergilerde de yaptım.
- Sen hiç kurumsal bir dergide çalışmamışsın, bize işi bilen insan lazım.
- Bundan sonraki konuşmam asla artık bu işe girme amaçlı değil ama kusura bakmayın burada yanlış anlamalarınızla ve yanlış kelimelerinizle size kendimi ezdiremem. Size söylüyorum kurumsal dergilerde de çalıştım ve bu saydığınız işlerin nasıl yapılacağını biliyorum. Benim yapmak istediğim iş bu, bilmediğim tarafları elbette vardır ama bunlar deneyimle oluşacak şeylerdir. Bu işi yapmak istemeyen birinden çok daha çabbuk öğreneceğimden de eminim. Ama bana yaptığım amatör çalışmalardan dolayı asla niteliksizsin diyemezsiniz.
- Ben öyle demedim, kurumsal bir dergide çalışmamışsın dedim.
- Ben de çalıştım dedim.
- Bana yazı yazacak adam lazım, bu amatör çalışmalarla...
- Ben hayatımı yazı yazarak geçiriyorum, amatör çalışmanın yazı yazmaya engel olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sizin 5 tane yazarınız var ve yazdıkları yazıları koyuyorsunuz. Amatör bir çalışmada Türkiye'nin her yerinde en az 50 yazı geliyor ve biz oturup bunların analizini yapıyoruz, yazıları biz seçiyoruz. Sizin böyle bir özgürlüğünüz bile yok. Amatör çalışma yeri geldiğinde sizin bu kurumsal derginizden daha çok özveri ve çalışma gerektiriyor. Asla aşağılayamazsınız.
- Yok aşağılamıyorum ama bizim işimiz...
- Sizin işinizle amatör çalışmaları karşılaştırmıyorum. Bunu yapan sizsiniz ve hiç gerek yok aslında.
- Biz profesyonel çalışıyoruz o yüzden deneyimli insan istiyoruz. Ben bu deneyimlerinizin hepsinin amatör olduğunu bilsem seni çağırmazdım.
- Ben CV'me açık açık dergilerin isimlerini yazdım, açıklamalarına da dergilerde ne tür çalışmalar yaptığımı yazdım.
- Türkiye'de kaç tane dergi çıkıyor, ben ne bileyim hangisi amatör, hangisi değil.
- Ben buraya gelmeden önce sizi araştırıyorsam kusura bakmayın ama siz de iş görüşmesine çağıracağınız kişileri araştırmalısınız. Orada adını bilmediğiniz bir dergi varsa internete yazarsınız ve amatör mü kurumsal mı olduğunu anlarsınız.
- Mecbur muyum canım? Buraya anlatın diye çağırıyoruz.
- Peki o zaman ben size bunları kurumsal dergi olarak da anlatabilirdim, madem bu işin içinde olan ama takibini yapmayan birisiniz, gayet işi alacaktım öyle mi?
- Yoo, bana dergi getir diyecektim.
- Ve eminim o zaman da onları kurumsal dergilerden ayıracak şeyleri göremeyecektiniz. Eminim sadece kapağa bakıyorsunuz. Neyse daha fazla kendimi yormayacağım. Size iyi çalışmalar.
- İyi günler.

Acaba bu adamın aradığı, yıllarını dergiciliğe vermiş, kurumsal dergi deneyimi boyunu aşmış editör adayı, Pangaltı'ndaki bu moloz yığını home-office müsveddesi mekanda bakımsız ve terbiyesiz bu adamla görüşünce neler diyecek?

Ben olsam kapısından girmem. Allahçım sen karşılaştır bir daha bizi. :)

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Babalar, Oğullar Hep


Tarih: 19 Nisan 2010
Yer: Fındıklı'da bir çay bahçesi
O gün de kışın omuzlarıma yüklediği acı, sıkıntı ve depresyonu denize dökme günlerimden biriydi. Tek başıma çay içip tost yiyordum. Bir yandan da Beckett'in Molloy'unun son sayfalarını çeviriyordum. Oğlu tarafından terk edilen-aslında buna tam terk etmek denmez de neyse- bir babanın yaralı ve tek başına evine dönüş çabası vardı. Ama ben satırlarda bir babayı değil, kafasındaki harika düşünceler ve dilindeki harika sözlere o yaralı adamı, belki de Beckett'i izliyordum.

Rutinimi bu şekilde gerçekleştiriyordum. Birkaç gün acı çekip, ağlayıp, inanılmaz kötü düşüncelerle dolup sonrasında bunları Kabataş'tan denize dökmek rutinini. Çok yalnız olduğum bir dönemdi ve artık yalnızlığımı sevmeye çalışıyordum.

Romanın akışkanlığından saçlarımı savurup yüzümü açmaya çalıştığım bir anda onları gördüm. Bir baba ve oğlu el ele yürüyorlardı. Oğul spastikti; garip sesler çıkarıyor, salyalarına hakim olamıyor ve gidecekleri yönün tersine gitmeye çalışıyordu; denize yakın olmaya çalışıyordu belki. Belki onun da denize boşaltacakları vardı. Tam olarak kavrayamadığı, kendinde hissedemeyip başkalarında görebildiği ama bunu bile ifade edemediği bir hayat vardı onun için boşaltacak. Babasıysa elinde bir mendil oğlunun ağzını siliyor, denizden uzakta durması için onu sürekli uyarıyor ve elinden çekiyordu.

O kadar mutlu ve huzurluydular ki kendimden utandım ve ağlamaya başladım. Zaten ağlamak benim için hiç zor bir şey değil artık. Çocuğa acımadım hiç, çünkü öyle mutluydu ki, deniz onu öyle heyecanlandırıyordu ki yerinde duramıyordu. Babasına ve kendime üzüldüm daha çok. Adam her şeyin bilincinde, kim bilir ne üzüntüler çekerek yıllarını o çocuğun huzuru için adadı, kim bilir nelerden vazgeçti ya da nelere göğüs gerdi. Şimdi de belki hala içi yana yana o çocuğun elinden sımsıkı tutuyor ve gülümsüyor. Bense dünyanın dönüşüne kendini kaptırmış bir ahmak olduğum için ağladım kendime. Demli bir çay söyledim, acı acı içtim ceza olsun diye. Ve "denizi bari bugün kirletme!" diye kendi kendimi engelledim, içime üzüntümü atıp oradan uzaklaştım.


Tarih: 29 Temmuz 2010
Yer: Beşiktaş-Kadıköy vapuru
Yalnızlığımdan ve eve kapanışımdan sıkıldığım, yine de kendimi aynı yalnızlığımda zorla karşıya geçirdiğim bir gündü. Yanımda kitap da yoktu PSP de. Tek seçeneğim telefondan müzik dnlemekti, vapur yolculuğu kesinlikle daha fazlasını hak ediyor ama napalım.

Karşıma elinde valiziyle orta yaşlı bir adam ve benim yaşlarımdaki oğlu oturdu. Hangisi nereye gidiyordu ya da nereden geliyordu bilmiyorum. Bu konuyla ilgili kafamda çok fazla hikaye kurdum zaten de anlatmayacağım. Onları izledim. Çok garip bir ilişkileri vardı. Otururken çocuk babasına "burası olur mu?" diye sordu ve bunun dışında hiç konuşmadılar. Arada birbirlerine bakıp gülüyorlardı. Beni 3 ay önceki diğer olaya götürense çocuğun babasına sakız uzatması oldu. Tek başınaydı, hürdü ve sakızı vardı. Babasının elini tutmak zorunda değildi. Ağzından akan salyaları temizlemesi için babasına ihtiyacı yoktu, güneş gözlüklerini havalı bir şekilde taktı ve babasına sakız uzattı.

Adam bir tane aldı sakızdan. Paketini açmaya çalıştı. Sıcaktan sakız erimiş kağıdına yapışmıştı. Çocuk babasının paketi açmasına yardım etti. Sakızı paketten kurtarınca da hafif gülümseyip yine kendi dünyasına döndü. Adam sakızı ağzına attı. Bir yandan sakız çiğniyor diğer yandan ellerine yapışan kağıtları çıkarmaya çalışıyordu. Bunun için de oğlu yardımcı olacak değildi, temizlerdi.

Hiç konuşmadılar. Çocuk denizden heyecanlanmadı, denize bakmadı bile. Nereye baktı bilmiyorum gözlüklerinden göremedim, ama denize bakmadığından emindim. Adamsa cep telefonunu karıştırmaya başladı. Orta yaşlıların parmak hareketleriyle yavaş yavaş bir şeylere basıyordu telefonda. Çocuk baktı, yardım etti. Ben Haydarpaşa'da kalktım, daha fazla dayanamadım hatıramdaki babayla buradaki oğulun çatışmasına.

Sahafa gidene kadar düşündüm, hiç oğul olmadım, hiç baba da olamayacağım. Ama anneme ya da babama karşı sessiz kaldığım anlara lanet ettim. Ve bir gün çocuğum olursa Fındıklı'daki ya da vapurdaki gibi ilkinin coşkusunu, mutluluğunu, sevgisini; ikincisinin sadece sağlığını dileyeceğim onun için.

Biz hala umursamaz tavırlar içindeyiz kendimize, sevdiklerimize karşı; oysa dünyada o kadar çok insan bekliyor ki tarafımızdan tanınmayı...

Not: Fotoğraflar telefonla çekildiği için böyleler. :(

Related Posts with Thumbnails