Pages

13 Ekim 2010 Çarşamba

Veda Değil, Sakın Ağlama


Blog konusunda bu kadar tutarlı olabileceğimi düşünmezdim. Malum ortaokulda günlük sayfalarımın ablam tarafından çalındığını bile anlamamış biri olarak fazla umarsızdım. Çok şey değişti, değişimin hemen hepsini saçma sözlerimle yazdım durdum buraya. Memnunum ama okuduğumda ağladığım bir sürü yazı var.

Ağlamak demişken... Yazı yazmaya, en azından blog yazmaya uzun bir ara vermeye karar verdim. Herhangi bir şeye tepki göstermek değil bundaki amacım. Sadece bir şey denemek istiyorum. Bakalım konuşarak dökemediğim birçok şeyi buraya dökmeden nasıl idare ediyorum, görmek istedim. "Ananın karnından blogla mı doğdun?" diyebilirsin, hayır ama yazmak özeldir. Sevgilin onun sevmediğin taraflarını dinlemeyi sevmez, ama ona bunu yazıp verirsen, sonunda harekete geçmeyecek dahi olsa fark etmeden seni dinlemiş olacaktır. Ya da arkadaşından uzun süre bir şey sakladıysan, ona bir yalanı yaşattıysan, evet karşısına geçip konuşmaya genellikle cesaret edemezsin, bunu yapacak çok az yürekli arkadaşım oldu, o yüzden telefonuna mesaj atarsın, e-mail atarsın, eskiden de mektup yazar, not gönderirdin işte. Senden hoşlanan birine umut vermek için suratını kullanamadığın o ezik anlarında ona bunu yazmayı seçersin.

Hepimiz çok garibiz, ama hepimiz bu yolları seçiyoruz. İletişimin her türlüsüne açık bir insanın şimdi durmayı seçmesi de garip. Sana açıkça söylemeliyim o zaman; yüzüne bakıp konuşmayı seçemeyen, onu da geçtim iki satır karalayıp kendini ifade edemeyen insanlar yüzündendir bu ara. Deneydir, ya da değildir ama empati kurmanın yolu yok onlardan olmadıkça. Ve inan empati şu dünyada en zevk aldığım şeylerdendir benim. Ama yapamıyorum, sınırlarımı zorluyor, ve değişiyorum.

Bundan sonra yolda gördüğü geçen bahardan kalan yaprakla heyecanlanmalarım, yaptığımız muhteşem kahvaltılara "of ne güzel oldu bu!" deyişlerim, dinleyip beğendiğim müzikleri savunmalarım, uyuşturucu kullanmadan ellerimin boyutuyla ilgili 15 dakika süren konuşmalarım, gülme krizlerim, sebepsiz ağlamalarım, yeni doğmuş kedi gibi bir sürü şeye şaşırmalarım ve bir sürü Simay'lığım yok. Yazılarım yok. Dalga geçilebilecek, aşağılanacak, umursanmayacak, gülünecek hiçbir şeyim yok.

Çok duygusalım, kırılganım evet ama bundan sonra o da değilim. Senim, aynayım, inan çözülmeyi falan da beklemiyorum. Dikkat çekmek için de yapmıyorum. Dikkat çekmek istesem konuşmayı seçerdim. Oysa isyanıma burada mola veriyorum. "Neden?" sorusunun sonuna şimdi virgül koyuyorum. Soru yok, paylaşmak yok, heyecan yok, gözyaşı yok. Boş kahkahalarım var, heyecanlı sohbetlerim var-çünkü çok güzel anılarım var, öfkem var, yumruğum var, her türlü duygum var ama hepsi aşırı, hiç duygum yok çünkü duygularım duvarlara çarpıp kafamdan vuruyor beni.

Sarhoş gibiyim, çok az uyudum ve çok garip rüyalar gördüm. Rüyamın sonunda Sylvia Plath'in bir kitabını gördüm sahafta: Don't Be A Semi-God To This World, Be The God:75 krş. (Bu Dünyaya Yarı-Tanrı Değil, Tanrı Olun:75 kuruş) Kitabı elime aldım, çok ucuz olduğunu düşündüm. Şimdi sahaf diyorum ama değildi, rüyanın diğer detaylarını anlatmayacağım için sahaf diyorum, sahaftaki klozete oturdum, kendimin karşısına geçtim ve elimi uzatıp sifona bastım, dönerek içeri doğru yok olduğumu gördüm. Sonra da dönüp rüyama bambaşka bir karakter olarak devam ettim.

Sabah yatarken aklımda apaçiler vardı. Onlara aslında ne kadar saygı duyduğumuzu, içimize aldığımızı düşündüm, onlarla ilgili bir şeyler yazacaktım. Ama bu rüya, ve bu dünya beni yarı tanrılıktan tanrılığa yükseltti, hem de 75 kuruşa.

Şimdi beş para etmez bir tanrıyım aynen diğer bütün tanrılar gibi; ve görüşürüz.

Muah

0 Yorum:

Related Posts with Thumbnails