Pages

28 Nisan 2009 Salı

Yağmur Dansı



Soğuk havada yine karaladım bir şeyler, yerlerde oturup köpek fotoğrafları çekerek, aldırmadan uyuklayarak yarım bakan gözlerle, bekleyerek. Ukalalık olarak algılanmasını hiç istemediğim şeyler yazıyorum - biliyorum algılanma ihtimali olduğunu, o yüzden söylüyorum. Paylaşayım o zaman haşhaşlı cips kokusu eşliğinde:

Hüzün değil ki bürüyen beni, uykusuzluk. Yanımda defterim de yok, yabancı bir yerdeyim hem. Düşüncelerimden uzakta duran yüzlerce insanın arasındayım. O kadar eminim ki birinin bile kafasından geçenlerin benimkilerle kesişmediğine. Gülüyorlar, sınavlardan bahsediyorlar - çoğu zaman benim de yaptığım gibi. Bir çift kavga etti az önce, şimdiyse sarılıyorlar. Kalabalık bir grup vardı karşımda, şimdi bir kişi kaldı başını eğmiş siyahlarda. Hayvan yok hiç, rahatım(sonradan gelen muhteşem köpeği saymazsak); ama çimlere oturmak da yasak. Sırtım ağrıyor, bir banka dayadım sırtımı, yerde oturmuş fotoğraf çekiyorum.

Mutluyum, günlerin yorgunluğu da var üzerimde, kirli de hissediyorum, sanki beş defa yıkansam geçmeyecek, beş gün uyusam yetmeyecek. Baygınım, etrafıma bakıp sırıtıyorum, somurtuyorum. Değişken hallere bürünüp kendimle eğleniyorum.

Lise 2'de gelmiştim buraya, çok ilginç şimdi. Hiç beğenmemiştim, böyle bir yeri kazanmaktansa okumamak taraftarıydım. Şimdi de mutluluk duyuyorum burada değilim diye. Kendimi neyin içine atıyorum hiç bilmi
yorum. 

Mutlu olduğum an bu benim, yazdığım an. Aslında daha çok düşündüğüm an; ama düşüncenin suç sayıldığı, konuşmanınsa değerini kaybettiği bir yerdeyim. Burada yazının o iki defa düşündüren yanı tek avantajı. İmkanı yok işte bu bilinç akışıyla yazılanların ilgiyle okunmasının.
 

Pinter! Adamım! Böyle tonlama, böyle akıl, böyle "saçmalama" içinde böyle mantıklılık görmedim. İnsanlar garip. Etrafımda bunun zevkinden bihaber bir sürü insan var. Sohbetler sığ; bakan gözler var, gören, dolan gözler yok. Sa
çmalamalar akıllıca değil hiç. Renkler soluk, istekler belirsiz, istisnalar bile puslu, göremiyorum; belki yoklardır bile. İyi hissetmek için zaman zaman yer değiştirmek gerek böyle. Uyuşturucu kullanan, tamamen boş insanlarla iletişime yeltenmek lazım mesela. Kafalarını aşkla bozmuş; kalpten, kelebekten çerçevelerde yaşayanları izlemek gerek - genelde acı çeker durumdadırlar ya. Taşlaşmış kalpleri, örümceklenmiş beyinleri olan insanlarla olmalı; haz almalı boşu görüp doluya sahip olmaktan. Sadece mantıklı düşünmeye odaklı insanları dinleyip gerek görüyorsan düşünceni paylaşmalı. Ukalalık değil ki bu, kendini bilmek sadece. Belki aptalca; ama hep de tavsiye ettiğim şey sevdiklerime. Hep istediğim, çoğu zaman becerebildiğimi düşündüğüm şey bu bilinç. Başka hiçbir şey gerektirmeyen bilinç! Öz-bilinç mi demeli bilmiyorum; ama yaşadığını bilebilmek için, mutluluğunu hissedebilmek için gerekli olan bu. 

Çevrem bunu beceremeyenlerle dolu; hem şu anda, hem de genele vurunca. Mutsuzluklar beni mutlu etmiyor kesinlikle, bencilce evet; ama konu bilinçli mutluluksa kendimi umursuyorum sıkça. Odaklıyorum beynimi, kalan her şey flu, belirsiz. Buzlu camlar arkasında, önünde ya da arasında kendi netliğimi arıyor buluyorum. Böyle güzel, böy
le iyiyim.

27 Nisan 2009 13:06
 
Marmara Üniversitesi
 
Göztepe Kampüsü

23 Nisan 2009 Perşembe

Gök Günleri


Beklenenden iyi geçen sınavlarım var. Beklenenden kötü geçen de var bir adet ama... Olsun. 20 Ocak'tan beri bir sürü mutluluk yaşadım. Kendi içimde çözemediğim çok şeyi çözüp yerine yeni sorular koydum. Beynimin işleyişini hızlandırdım herkesin yaptığının aksine. Uyuşturmaya, unutmaya, yavaşlamaya çalışanları anlamıyorum hiç. Şu üç aydır yaşamam gereken her şeyi yaşadım. Kendi çapımda nirvanaya ulaştım bile denebilir. Tamamen tatmin dolu bir süreçti. Yanlış giden hiçbir şey yoktu anlamına asla gelmiyor bu, okulu çok boşladım, evimi çok boşladım, arkadaşlarımla sorunlar yaşadım; ama olsun, şimdi öyle mutluyum ki... Hepsini görmem gerekiyormuş, kötü hissetmeyi, kötü zamanları iyiye çevirmeyi de öğrenmem, sindirmem gerekiyormuş.

Hiçbir şeyden pişman olmamayı öğrendim sanırım. Aptalken verdiğim kararlar olsa da kendi kararlarımla yaşadım hep. Bir zorlamaya hiç maruz kalmadım ne ailem ne arkadaşlarım tarafından. Arkadaşlarımın baskısı hatta ailemden daha fazla ama öyle kolay boyun eğmiyormuşum, anladım.

Önceleri mutlu görünürdüm; içimde bir yerler hep ezilirdi ama. Şimdiyse gerçekten mutluyum. Oturup düşündüğümde de ölüm ve ölenler dışında huzursuz edici düşünce gelmiyor. Rengarenk bir hayatım var işte, parıl parıl günlere uyanıyorum. Karanlık da olsa koca bir gülümsemeyle karşılıyorum sabahları. Sütümü paylaşıyorum, eleştirilmiyor, saygı görüyorum, gülümsüyorum, yansıması yüzüme vuruyor.

Ve dün! Sevdiğimi sevildiğimi hissetmek neymiş, tekrar hatırladım. Seviyorum bu duyguyu, geçmesin istiyorum bir haftadır. Arkadaşlıklarımda ailemde aradığım ve bulduğum karşılığı bir kadın olarak bir erkekte de bulabilmek güzel. Bir daha asla bu şekilde hissedemeyeceğimi düşünmüştüm oysaki. Bir sürü yıl geçti ki, ne bileyim işte. Kabaran göğsüne kabaran göğsümü yaslayabileceğim biri daha varmış. Doldurup taşıran anlarım varmış yaşamak için.

Doluyorum şimdi yine. Tek bir sınavım kaldı, zamanım var, mutluyum. Bekliyorum...

Yarın da harika olacak, yüksek lisans için bir adım daha; umarım beklediğim desteği görürüm. Deniz, tam istediğimiz gibi... Hava da temiz ve güzel olmalı ve ben kafamda kurmamalıyım daha fazla. Sadece biliyorum yarın güzel, bugün güzel, güzellikler etrafımda. Etrafımda da kalacak hep zaten.

Bunları yaratan ben miyim? Desteğim nerede ya da? Bir yerlerde sadece benim mutluluğumu düşünen büyük bir güç mü var yoksa anne-babamdan başka? Neden harika hissettiğimi sorgulamak çok boş ama çok zevkli. Her şeyi sorgulamanın olduğu kadar en azından.

Yemek yemeliyim, film seçmeliyim, keyif gecemiz bu gece! İyiyim. İyi ki doğmuşsun! :)

18 Nisan 2009 Cumartesi

Acımasız Gerçekler

Sabah sabah bana Sprite aldıran en güzel günaydın. Günüm aydın, ders çalışmalıyım ve biliyorum ki yapabilirim. Daha çok şey iyiye gitmeli. Doyumsuzsanız doyum sizsiniz. :P

Korkulmadan atılan adımlar görmek istiyorum; korkulmadan girilen koridoru karanlık, aydınlık odalı evler...

Daha az düşünmeliyim bu sıra. En azından 4 gün. Mezun olmalıyım. Hadi bakalım!

16 Nisan 2009 Perşembe

Keşkül



8'de uyanmanın verdiği büyük bir coşku var içimde. Keşkül yedim ilk önce, süper! Renkler başımın üzerinde triballer yapıyor, gözlerime önce, sonra tüm vücuduma nüfus ediyor. Güzel bir gün bugün. Dolu geçecek, doldurup dolacağım bol bol. Keşke böyle hissedenler olsa etrafımda. Keşke zorla hüzün ve bunalım sokmasalar içlerine, gözleri gülse benim gibi kalabalıkların da. Yok kalabalığa da gerek yok aslında. Bir, en fazla iki kişiyi böyle görsem yeterli herhalde.

Neşenin yanında umut da var içimde, dışımdaysa güzellik. Anne-babamın evlenmesini, ablamın doğumunu, annemin yumurtalıklarına girişimi izleyeceğim sanki. Yenilik coşkusu bu, taze taze kokuyor ortalık.

Sevinçliyim işte, ne bu nispet yapar gibi sürekli aynı şeyleri söylemek? Gerek yok, bir demet çiçek bile mutlu edebilir şu anda beni, hatta pırlanta bir kolye de, ahaha.

Nefesimi çekiyorum içime, yazımı bir solukta bitirdiğimi kanıtlarcasına. :)

14 Nisan 2009 Salı

Blue Now Is The Color


Tüm sorunlar arasında çözüm olarak görülmek her şeyde olduğu gibi iyi ve kötü çağrışımlar yapıyor. Çözüm; beklenen çıkış kapısı, zor anlardan kurtuluş yolu, umut verici yeni bir başlangıç... Ancak çözüm; bir meta, bir araç, kolaya kaçış, zorla baş etmemek için bir nokta küçük; ilacı içip içinden geçebileceğin, uyandığındaysa koskoca deli bir dünya...

Ya memnun olmazsan o deli dünyadan? Ya tekrar kaçılacak bir sorun olarak görürsen? Ya girdiğin deli, küçük dünyada da o küçük noktayı, kaçışı ararsan? Ya üzülürse o zaman deli dünyanın başındaki, kocaman boşluğuna yerleştirdiği şeyin sıkılmasından ve/veya yorulup istememesinden dünyasını? Hepsini geçtim; ya çıkışı yoksa ve deli dünya hem kendini hem seni çürütürse? Ya da zaten tam ortasında üzerini samanlarla örttüğü koca bir delik varsa? Tersini pek düşünemiyorum şu sıra. Boşluğum, aptallığım, kimsesizliğim ya da benliğim sadece üzebilir, yorabilir seni.

Seninse zaten içinde durduğun, büyüdüğün, bilmediğim dünyan! Onun içinden hiç çıkamıyorum fikir olarak. Sense düşüncende ya da bedeninde hep oradaydın zaten istediğin zamanda da istemediğinde de. Şimdilerde -ne kadar zamandır bilmiyorum- etrafını belki karartan, belki sisle kaplayan o dünyadan çıkışı arıyorsun sanırım. Kendine güvenin azalacak ve koca bir boşluğa düşeceksin belki. Düşünsene tüm hayatını geçirdiğin dünyan! Çıkışı görebilmen bile güçken sen sonunu göremediğin o tünele girme riskini alıyorsun. Bu travmayı sen ya da ben nasıl atlatırız ki?

Düşünmüyordum bu sabaha kadar. Umrunda olmamak değil asla; sadece alkolün verdiği umutsuz bir umut olarak gördüm. Bu sabah -sabahlayınca hep sarhoş gibi oluyorum, algılarım farklı çalışıyor- oturdum düşündüm. Çıkışın olmak, çelişkilerinde desteğin olmak gerçekten istediğim ama bana çelişkiler yükleyen bir durum. İşin ciddiyetini ya da samimiyetini(yine içtenlik anlamında) bilmediğim için gereksiz bir düşünce gibi de geliyor ki. Şimdi olmadık bir yerde ve zamanda burnuma dayanan narlı vodka ve parfüm kokusuysa hepsinin boş olduğunu hatırlatıyor. Ciddiyete samimiyet kadar gerek yok diyorum; samimiyetiyse gördüm, biliyorum.

Orada ter içinde, pis uyanmak istiyorum. Bir sürü düşünceyi ve insanı ikinci plana atmış şekilde içerde olmak istiyorum...

Başlarken yazmaya olumsuzlukları düşünüp huzursuz etmeye karar vermişim kendimi. İstediğim, sarhoş da olsa ne dediğini bilen, hisseden, gülen gözlerin; aynı şekilde de benim gözlerim...

14.04.09
13:07
Beatles Café

6 Nisan 2009 Pazartesi

Aydın!

Farklı bir dilde değil, aynı dilde başka bir insanda tercüme edilmek bunun adı. Mutluluk ve memnuniyet üzerine düşündüğünün gecenin bilmemkaçında farkına varmak da cabası. Mutlaka daha derin düşünmeliyim bu konuda. Geç oldu. Kendime hatırlatma amaçlı olsun bu da, düşün Simay, önünden geçen her şeyi enine boyuna düşün! Canım benim...

5 Nisan 2009 Pazar

Of Çeksem Yıkılacak Yerler



Değer kelimesine taktım bu aralar. Önemli benim için, yasaklanmış gibi, göstermeye korkuluyor, içinde saklanıyor, ya çok fazla ortada ya da hiç. Değer dengesini bulamadı. Yaşadığım ülkede ya da şehirde mi böyle, yoksa evrensel mi bu saçmalık? Yoksa öyle küçük bir çember içinde yaşama savaşı veriyorum ki değere değer vermeyenler mi var sadece etrafımda. Değerin kardeşi saygı bence; belki de sonucu, belki de sebebi... Tam olarak bilmiyorum. Bu aralar beklediğim tek şey değer ve saygı görmek. Başımı yaslamak istiyorum bilen bir omuza; bilen, gören, hisseden, yaşayan bir omuza. Öyle bir insan var mı acaba Ali ve Onur'dan başka? Gerçeklik ve hayalin isimleri onlar da. Her şey, herkes değişiyor mu? Ne kadar samimiyiz?(yine içten anlamında)

Sadece bir omuz evet, üzerinde de bir baş olsun. Gözleriyle konuşsun, dudaklarıyla dokunsun, burnuyla içine çeksin, duymasın kabulümdür ama anlasın. Bilinç istiyorum ya, of, biraz farkındalık!

N'olcak?


İlk salatamı yedim, vay be! Hiç aklına gelir miydi Simay salata yapacağın, hem de kendin için? Aşırı mutlu oldum. Artık yapamadığım şeylerin listesini çıkarıp My Name Is Simaycılık oynamam lazım. Rulokat da üstüne çok iyi gitti. Kafam iyi sanki ya! İçmedim de, ne acaba bende bu etkiyi yaratan? Ton balığı mı? Yediklerimin fotoğrafını çekicem, çok eğleniyorum. Sen çok yaşa Sam Cooke! Bütün gün baş eğlencem sen oldun. Ne biçimim?! Soothe me, cause i'm having such a good time dancing with my baby!(my bone baby)

4 Nisan 2009 Cumartesi

gedaudofmayvey


Bu kadar uyumak iyi geldi bugün. Tam geçirmem gerektiği gibi geçiriyorum haftasonumu...

Burada üç nokta koymam gerekiyormuş cidden. Aslında istediğim gibi geçmiyormuş, bu hatırlatıldı tam da şimdi bana. Şu üzerine bir defa geldiğimiz dünyada neden kendinden çok insanları tek tek mutlu etmeye çalışmalı ki insan? Hem de tercihi bu değilse neden zorlanır ki başkalarını daha çok düşünmeye? Sırf eksi ve artı birbirini yok eder diye neden ikisinin de elinden tutmamalıyım ki aynı anda? Neden herkesin önceliği benim de önceliğim olmalı ki? İnsanları anlamıyorum, aynı şehirde, neredeyse aynı şartlarda yaşıyoruz, aynı olaylar farklı hisler oluşturabilir insanda; ama bu kadar zıt duruşlu olmak zorunda mıyız? Mutlu değil miyiz, memnun değil miyiz? Eğer huzurumuzu kaçırıyorsak birbirimizin, neden aynı oyunu oynamaya devam edelim ki? Anlamamak umrumda değil, anlaşılmamanın umrumda olmadığı gibi. Sadece saygı istiyorum, anlayışı geçtim ki. Elimi uzatıp kağıda kaleme henüz dokunduğumda "Ne yazacaksın?" "Onu yazma!" "Of çok saçma!" "Ama bu kadar da aykırı olunmaz!" tepkilerini almak istemiyorum. Henüz kalem kağıda değmeden bu kadarı oluyor ki düşünün kağıt düşüncelerimle dolduğunda neler olur! Ben biliyorum, hiç hoşlanmıyorum. Müdahale kelimesinin bulunmuş olmasından bile rahatsızım. Durumu olmasa kelimesi de olmazdı, işte o yüzden. Bu nasıl bir içgüdüdür ki? Kendine yetememekten doğuyor bence başkalarına müdahale etme dürtüsü. Tatmin olmaya yakın bir bünye görüldüğünde kendine yetemeyen bünye, bir şeyler çalmaya, tatmin duygusunu az bile değil tamamen içinden sökmeye gidiyor, avuçlayıp çekiyor içinden her bir hevesi! Bu şimdi benim de içinde bulunduğum anlık çöküşlere sebep oluyor. Tatmine yakın ama çökertilmiş bünye benimkiyle ortak özellikler taşıyorsa bir saat içinde düzeliyor, yine dans ediyor, yine mutlu olup çöküşünün tersine odanın tavanına yapışıp yeniden farklı görebiliyor aşağısını. Birazdan bunu yaşayacağım için yine de mutluyum. Hatırlatılanlar, müdahaleler şimdilik sinir etmeye devam ediyor, ve hep söylerim, sinirli olmayı da seviyorum. Umutsuzluğu bende bulamayacak, yetersizliğini örtmek için beni kullanıp gerçek anlamda çökertemeyecek ki hiçbir bünye!
I've got my pride, but deep deep inside ;)

1 Nisan 2009 Çarşamba

Ah bir Pilsen!

Yine derse diye kalkıldı erkenden, okula gidilip yine kaşarlı simit - çay ikilisi rüzgarlı bahçede mideye girdi. Ders saati yaklaştıkça, hava da güneşlendikçe planlar yapıldı yine. :) Napıcam bu dersleri bilmiyorum, iyice salladım. Son dönemim sözde, hepsine girip ağızdan çıkan her kelimeyi yazma planım vardı geçen dönem. Ahaha yalan ki!
Zenit'imi aldım sonunda. Güzel fotoğraf planlarım var ki 1 hafta içinde dijitali de alınca uygulamaya geçirebileceğim. Sonra Mısır Çarşısı'na gidip çay aldık. Ben sevmediğim için Buket'e aldım. Love Tea! Oturduğu yerden aşk getirecek herhalde kokusuyla. :) Of o kadar uzun bir gündü ki, hem her ayrıntıyı yazmak istiyorum hem de üşeniyorum. Engin sayesinde bütün kemiklerim ağrıyor. Oraya da gelicem. :(
Taksim'e geçtik tünelden. Yine adını bilmediğim şu kitapçıya girdik. Bu kadar ucuz ve çok kitabı bir arada görmek çok ilginç ve harika! Didem aradığı kısa öykü kitabını buldu. Eski ciltli, kırmızı, 80ler kokan ama 30lardan kalma bir kitap, süper!
Neyse ordan çıkıp taze meyve sularımızı aldık, tünelde müzik dinlemeye gittik. Yüküm olmasa daha bir zevk alacaktım da çok yordu çantam beni. :( Bu süre içinde Buket bizi çok şaşırtan ama takdire değer hareketiyle gönlümü kazanmayı başardı. Örnek alacağım kesindir!
Marmarada yemek, Art İstanbul'da çaydan sonra ayaklarım ve gözlerim bizi Beatles'a götürdü. Oturmaktan vazgeçtik ama Kadir'in kedi verdiğini öğrendik. Ben de sevmek istiyorum artık ya. Bi tanesini almak istiyorum. Gerçi az önce İdil'e bu fikrimi söyledim ve anında çingenelik yapıp bağırmaya başladı! Sinir oluyorum ya, ben de deli gibi korkuyorum ama istiyorum. Napıcak ki o hayvan sana! Artık evlense gitse de ben de istediğim gibi yalnız yaşasam. Lanet olsun!
Beatles'tan çıktığımızda Gülay - Nuray kardeşler geldi. Buket'i uğurlayıp onlarla pizza yedik. Sonra Didem'i arkadaşlarına teslim edip işe koyulduk. Aman ne işi olacak, içmek işte. :P
Asmalımescit tıklım tıklım, Sanat'ta içtik, sonra da Küçük Beyoğlu'nda. Aylar geçiyor, içiyoruz, değişen bir şey yokmuş gibi aynı cümleleri kuruyoruz. Ne saçma, ne kötü ama bir yandan da hep güzel! Hep birlikte olmak, değişmeyen şeyin bu olduğunu da görmek hep güzel. :)
Biralarımızı alıp sokaklara da döküldük. Sanki bir anti-aging çalışması oldu benim için dün gece. Sarhoş değildik ama sarhoş gibi mutluyduk.
Engin'e giderken yaptıklarımdan asla sorumlu değilim! :) Engin'deyse yine çok güldük, yine pofur cipslerden aldık 20 paket. Dördümüz bir yatakta, güle, özellikle oynaya uyumaya çalıştık. Sabah uyandığımda hem donuyordum hem tutulmuştum. Engin de sağolsun bütün gece üstümde zıpladı, mıncıkladı, kemiklerimi sıkıştırdı. Sabah da öyle uyandırılmak hiç hoş değildi tabii. İşe gidecekmiş, bokum! Döktü bizi sabahın köründe yollara. Çok söylendim ama çok seviyorum Engin'i be. Tüm bağırmalarım zaten o mutlu olsun diye. Engin the "en sevimli kocası". Ahaha, yerim.
Dünüme giren, dününe girdiğim herkesi yerim! Yerim!

"Ain't No Sunshine" dinler iken...



Gelsen, görsen, ye/n/sen şaşardım. Bir silgim olsa ya, çizgileri silsem haritalardan ve alınlardan... Zamandan mekandan çıkarıp olaylara düğümlesem beyinleri, ve öylece oynasak rollerimizi. Bir kara tahta ve bir beyaz yatak düşledim; yataktan parmak parmak beyazlık alıp tahtayı doldurmak istedim. Silgim ve beyaz yatağım... Sonsuzluğumuz, ölümsüzlük değil ama, saf(sadece anlamında) sonsuzluğumuz yatakta, elimde silgi, parmağıma bulaşan bir damla beyazlık, tepemde tahtada bir telefon numarası. İstedim...

Ain't no sunshine when she's gone.
It's not warm when she's away. 
Ain't no sunshine when she's gone
 
and she's always gone too long
 
anytime she goes away.
 
Wonder this time where she's gone,
 
wonder if she's gone to stay
 
Ain't no sunshine when she's gone
 
and this house just ain't no home
 
anytime she goes away.
 
And I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
 
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
 
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
 
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,
I know,

I know,
I know,
I know
 
Hey, I ought to leave the young thing alone,

but ain't no sunshine when she's gone, 
ain't no sunshine when she's gone, 
only darkness everyday.
 
Ain't no sunshine when she's gone,
 
and this house just ain't no home
 
anytime she goes away.

Anytime she goes away. 
Anytime she goes away.
 
Anytime she goes away.
 
Anytime she goes away.

Related Posts with Thumbnails