Pages

25 Mart 2009 Çarşamba

Bataklık Kuşu Yıkanırken

Bir haftaya yaklaşmış yazmayalı. Şehir değiştirdim bu arada, oy kullandım.(benimki işe yaradı ama İstanbul yitmiş gitmiş yine) Geldiğimdeyse değişen bir şey olmadığını gördüm. Zaten sırf ben sınırlarından çıkıp tekrar sınırlarına girdim diye büyük değişiklikler olmasını beklemek saçma. Bendeyse değişim sürekliliğini koruyor. Her gün her an farklı ve coşkulu duygulardayım. Bazen bu kadar sınırları zorlamak tedirgin ediyor(şimdi de o anlardan aslında); hislerime hakimim elbette, kontrolden çıktığım anlar çok az. Yine de korkuyorum hepsi rüyaysa diye. Tüm bu mutluluğum böyle iki bira bile olsa içtiğim günlerde kaybolacak, böyle yalnızlık çökecek üstüme diye. Ölüm korkusuyla karışık yalnızlık korkusu. Korkusu değil, yalnızım zaten, rahatsızlık diyelim. Ölümden korkmayalı da çok olmuştu, ölümle konuşmak rahatlatıyordu, sadece bana arkadaş olmadığını bilmek yine tedirgin etti. Noluyor bana ya? Mutluyum işte. Yine blues dinliyorum, hafiften sallanıyorum sandalyemde, boyun hareketleri de tamam, oh. :) Mis gibi bir hava var dışarıda, camımı açmış birileri, olsun iyi geldi. Ölüşten ve oluştan bahsetmeli, biraz daha içmeli denizi bile sıvı olmasına rağmen kıskandırarak, havayı karartmalı ölüşten bahsedip, aydınlanırken yine oluşu bilmeli. Gülüşü ve sevişi görmeli. Günler çabuk geçiyorsa biraz daha hızlandırmalı bunu. Bir yandan yanından geçip gidivermeli sen kalırken. Eteğinden tuttuğundaysa en güzel yerinden yakalamalı zamanı.

"Satan Reklam Yaratmak"ı aldım. Bilinmeyen geleceğimi şekillendirecek mi bakalım. Zaten okumam gerekenler dışında bir sürü kitabım var bekleyen, sabırsızlanıyorum hepsi için. Mecburiyetleri de olabildiğince uzak tutmalıyım sanırım.

İronin kime gülüm?(kıroymuşum ve de şakacı)

Bill Withers ne güzel söylemiş Let It Be'yi; o da ne güzel şarkıymış be, ne küçüktüm Beatles dinlemeye başladığımda! Olsun.

Günlerdir sarıp sarmalayan üşengeçlik bıraksaydı peşimi şimdi dans ediyor olurdum odamda, tek başıma, kafam daha güzel, bedenimi teslim ederdim duvarlara, halıya.

Peynir helvası yiyorum, sanırım en sevdiğim tatlı bu benim. Ahaha kendimi keşfetme günümmüş. Yok yok iyiyim, sadece tamamen insansız bir gün istiyorum, koşulacak boş caddeler, boğaz köprüsü, duran bir deniz üzerinde uzun bir yürüyüş. Zaman aksın ama hep, kaçıran kaçırsın, büyüyorum ben. Bilincinde olarak büyümek ne güzel, her an yenilenen hücreleri hissetmek, ölenleri uğurlamak, yine de yaşamak işte. Aman be ne güzel bir hayatım var, hatalardan arındırabildiğim.
Oh, rahatladım!

23 Mart 2009 Pazartesi

Mastarlarla Bugün

Nerede uyandığını bilememek.
Akşamın sersemliğiyle kendine yabancılaşmak.
Küpenin tekini kaybetmek.
Sinirlenmek.
Pişman olmak.
İstememek.
Çok susamak.
Kaybolayazmak.
Simit yemek.
Çay içmek.
Yürümek.
Güllaç'tan habersiz Güllaç'ı beklemek.
Okulumun farklı yerleşkesinde gün geçirmek.
Kuru tavuk yemek.
Sulaç(sulu sütlaç) yiyememek.
Üşümek.
Ders ektirmek.
Nuri beklemek.
Beklerken göz devirmek.
İsim-sıfat-zarf-fiili karıştırmak.
Vayner melanj içmek.
Banyo fotoları çekmek.
Asılıp(!) kalmak.
Güllaç'a gitmek.
Kek yanında fal baktırmak.
Kısmeti şahlanmak.(ahaha)
Hırkayı çantayı çalmak.
Yola koyulmak.
Düşünmek.
Pazardan geçmek.
Muz almak.
Mantı yemek.
Taglenmek.
Çoğunlukla gülmek gülmek yorulana kadar gülmek.
Sahici dostluğun keyfini çıkarmak.
Sabahın 9undan akşamın 6sına kadar değer görmek değer göstermek.
Ex olmanın saatlerle sınırlandırılmadığını gerçekten hissetmek.

22 Mart 2009 Pazar

Göb


O ip onu aylarca boğulmaktan koruyan tek şey. Sınırlandıran belki bağlayan; ama bağlandığı yeri görünce aynı zamanda güven veren ip. Zaman geçiyor ve sular çekiliyor, eller panikle ipe tutunuyor akıntıya kapılmamak için. İp de sürükleniyor, eller de, o da beraberinde. Kuru hava derisini birden yalayıp yutuyor. Hala bağlı sımsıkı; ama havada süzülüyor habersiz. Habersizliği çürüyene kadar devam edecek; tabii bundan da haberi yok. İp kesiliyor, özgür bırakılıyor. Birkaç ay şişkin kalıyor öylece, içi tek bir sıvıyla dolu. İpin kökü özgürlüğünün imzası gibi düşüyor sonunda, haberi yok yine de. Normal denilene devam ediyor; doluyor, boşalıyor, doluyor, boşalıyor, boşalamıyor, doluyor ama hep. Yine de habersiz.

Herkese sevimli geliyor başlarda, kendinden hoşnut zaten; daha da ilgi çekiyor doldukça, mutlu oluyor, habersiz. Gazlar, kramplar, reflüler… Umrunda mı sanki, haberi yok ki, ilgi delisi o şimdi. Tek derdi okşanmak, gıdıklanmak; çünkü bu anlarda herkes gülüyor, mutluluk sonsuz görünüyor. Küçük ya işte, bir de habersiz.

Zamanla içe çekiliyor, saklanmak istiyor kendini kusur sanıp. İlgi çekmemeye çalışması söyleniyor, içeri, olabildiğince içeri saklanıp oturuyor. Sıkılması gerekir ikinci ya da bilmem kaçıncı plana atılmaktan ama sıkılmıyor. Amacını bilmiyor ki, yok zannediyor hatta. Düşünmeye bunca zamanı varken sadece izliyor. O küçük delikten bakıyor dünyaya, diğerlerine. Türlü benzerlerini görüp, aldırış etmiyor beğense de beğenmese de. Diğerlerinin umrunda mıdır, onu da bilemez. İçeri büzülmekten olabilecek tüm farkındalığı da gitmiştir zaten. Yine habersizdir ve öyle kalacağını da bilmiyor. Mutlu ya da mutsuz da değil ki artık, vakumla tüm hisler çekilmiş gibi. Sadece habersiz.

Sahip kendini salıyor, o da kendini. Önceden fazla kasılmış olması şimdiki rahatlığını biraz hissettiriyor işte. Kocaman gülümsüyor sağa sola. Kimisi iğrenerek bakıyor yağ bağlamışlığına, kimiyse ilk zamanlarındaki gibi okşamak, sıkıştırmak, gıdıklamak istiyor. Hangisi hoşuna gidiyor bilemem. Hoşuna giden ya da sevmediği bir taraf var mı yaşanmışlığında onu da bilemem. Gönlünce dolduruyor içini. Doldurduğunun yarısını da içine hapsediyor her seferinde. Nasılsa istediği kadar dolmakta özgür yine. Sınırı yok sanıyor, sahip gelişimini(?) izleyip içten içe sınır koyduğunda bile. Sonsuzluğa değecek kadar şişmeye kalkışıyor. Habersiz olmak hoşuna gitse de istediği bir şey olduğunu bilmek istiyor. İzleniyor, eleştiriliyor, seviliyor, sevişiyor, yadırganıyor; ama dokunmak, değmek, tek başına hissedilmek isteği gittikçe artıyor. Farkında olduğu tek şey bu isteği belki. Diğer her şeyden hala habersiz.

Çürüyüp gideceği zamanlardan habersiz, isteksizce gelen anlık dokunuşlardan, doyuma asla ulaşamadığından habersiz küçük göbek. Gerçekten bilmeyecek. Belki sadece ben ona bu kadar değer veriyorum, saygıyla karışık. Bunu da öğrenemeyecek. Yine habersizce ipinin de düştüğü toprağa karışıp gidecek, orada ya tekrar tutunabilecek ya da "puf" hava olup ciğere yapışacak.

Which Brings Which?

Love, that we mostly appreciate can bring the greatest enemy, the envy. Envy turns everything to hate, no sensibility or sensitivity or intimacy or any kind of positive emotion stays alive in that so-called love. When i'm happy, please be happy; when i'm down, at least try to make me feel better. Friendship is not over, there must be something in this small world and in my small life to lean on. Hope never ends unlike everything brings its own end, hope can never be that stupid. There remains only hope for me, for the future beauty and relief of life. I'll stay away from everything trying to put me away from it. From now on,Hope is my friend, my beloved, my sister and the other me inside.

Güllaç'ı Bekliyorum Gözlerim Kapalı

Toplantı iptal oldu, ÜDS'yi de atlattım yüksek başarıyla(:P), havanın güzelliği de eklendi ve bugün Ex Günü. İşte geldi! Çıkıyorum. Vuhuu! Great a day it is!

21 Mart 2009 Cumartesi

Güvercin Kovalayan Kıza


Seviyor musun nefret mi ediyorsun? Peşlerinden koşman merakından mı, kovmak kurtulmak istemenden mi onlardan? Sabah sabah pembe montunun kapşonunu suratına çekmiş gizlenerek benden ne istiyorsun? Ayağımın altında kuşlardan farksız ama onlara düşmansın. Ben de sana düşmanım. Sadece çocuk olman sana sevgi beslememe sebep olamaz. "Seviyorum" derdin biliyorum sana sorsaydım "ne kovalıyorsun be?" diye. Beni kandıramazsın ama ben de çocuk oldum! İçin kötü biliyorum, pembeliklerin arkasından müthiş saf görünemezsin, yakında anlayacaksın. O kuşlar da bir gün sana saldıracak, hiç bilmeyeceksin şimdi onları kovduğun için başına onların geldiğini. Sebeplerini hiç öğrenemeyeceksin. Biraz akıllı olursan belki. İhtimal öyle düşük ki ama. Mutlu olamayacaksın, sürekli uçmaya çalışıp taşlanacaksın sen de. Aradaki bağlantıyı kurabildiğindeyse çok geç olacak. Kötü bir gelecek benim bu mutlu günümde seni bekliyor kız!

19 Mart 2009 Perşembe

Yarım Yamalak

Kendime aylar önce seçtiğim yarım yamalaklığın içindeyim yahu! Başladıklarımı bitirememe, hemen sıkılma, boş boş oturup yine havada dolaşan tozları izleme günlerindeyim. Yarın ÜDS var, soru tiplerini bile bilmiyorum, bitirmem gereken kitapları elime bile alamıyorum, filmleri yarıda kesiyorum, odamı toplamaya başlayıp kendimi yine ayakta durmuş bakınırken buluyorum, yemek yapmıyorum, ton balığının kapağını açmaya bile üşenip açık ne varsa onu yiyorum, yazılara başlıyorum bitiremiyorum, yazı editliyorum ikinci yazıda bırakıyorum, albüm açıyorum yarıda başka birine geçiyorum, araştırma yapıyorum yeterli görüp bırakıyorum, uyuyorum rüyalarım yarım, şişe şişe yarım kolalar var odamda, yarım meyve suları, yarım bir şişe şarap (evet hala duruyo:D ) Her şey yarım yamalak, şifrem yarım yamalak, beynim yarım yamalak.
Mutsuz etmiyor, endişeleniyorum, annem de böyleymiş yıllardır. Çok mutlu, neşeli ve hayat doluyum aynı annem gibi. Eksik bi şeyler varsa ne kadar tam mutlu olabiliyoruz bilmiyorum ama konuştum az önce ikimiz de iyi hissediyoruz. Ergenliğe yeni girdin dedi bana, yuh artık! Her şeyin kakara kikiriden ibaret olmadığını biliyor ve sıkılıyormuşum her şeyden herkesten yine de kikirdeyerek. Bugün şaşkınlık günüm. Bir şeyleri tamamlamaya çalışmakla geçecek.
Allahım güneşe bak, muhteşem bir gün bu!!
Yazıyı da tamamlayamıyorum, sıkıldım yine. Budur!

16 Mart 2009 Pazartesi

15 Temmuz 2008 Pazar 21:57:26

Yaratma süreci dipteyken mi başlar sadece? Üretmek sadece kötüyken mi gerçekleşir? Ya da iyi hissetmemek bir şeyler yaratmak için kullanılmalı mıdır? Benim hepsine cevabım hayır! Çok büyük yazarlar şairler de hep dayatmışlar bunu bize ama bu işler böyle yürüyecekse ben yokum.
Büyük yazar olabilmek için çok sıkıntılı bir hayat yaşamalısın, moralin sıfıra inmeden yazılarından etkileyici ve güzel olmasını beklememelisin, okuyucu kesinlikle bilmeli ki sen fena bir durumdayken çıkarmışsın tüm yazdıklarını beyninden... Uzayıp giden gereksiz nedenler iyi olmak adına.
İyi olmak zaten göreceli; Victor Hugo’yu, Dostoyevski’yi, Oscar Wilde’ı ve nice nice büyük sayılan yazarları beğenmeyen binlerce insan varken dünyada, bu kime göre iyi olmaktan bahsettiğimize bağlı bir kavram olmaktan öte gitmiyor. Ölüm, aşk acısı, millet meseleleri, şiddet, aile problemleri, insana kendini kötü hissettirecek tüm olaylar insanı yaratıcılığa nasıl itebilir ki? Aslında sorum bu değil. Sevmek, yaşadığını bilmek, aldığımız her nefes, güzel şarkılar, dans etmek, gözlerde gördüğümüz parıltılar, birilerini mutlu edebilmek, gülmek ve de güldürebilmek, uykunu alıp uyandığın sabahlar ya da akşamlar, bu uzayan güzel liste nasıl olur da yaratıcılığını kamçılamaz insanın? Kim, bizi neden “kötü olunca iyi şeyler çıkarırsın ortaya”ya uydurmaya çalışmış, beynimizi bununla yıkayıp bizi melankolikliğe sürüklemiş ki? Her şeyin ilk sebebini merak ettiğim gibi bugün de bunu sorguladım.
Kötü hissetmek için sebeplerim var evet; bunu yaratma sürecim için bir başlangıç noktası olarak da kullanabilirim; ama bunu hatırlatmak neden? Neden bu sebeplerim olduğunu kendime hatırlatıp iyi halimden vazgeçeyim ki? İyiyken ben daha bir ben olup daha bir “benden” yaratamaz mıyım? Kötü olmak tamamen dış etkenlerden değil mi zaten iyi olmanın tam aksine? İyi hissetme sebeplerimiz dışarıdan ya da içimizden olabiliyor; fakat kötü olmamızın tek sebebi dış etkenler. Neden içimizden gelen yoğun, iyi duygularla tamamen bize ait eserler koymak varken; sebebimizi, etkileşimlerimizi bizi kötü hissettiren dış etkenlerden bulalım, onları kullanalım?
Peki bunu yazarkenki hislerim neler diye on dakikadır düşünüyorum. Sanırım sinirliyim şu an. Sinir kötü bir his mi peki? İşte göreceli kavramlardan biri daha. Çoğu zaman sinirli olmak hoşuma gidiyor; dudağımın kenarını yiyorum, şakaklarımdaki küçük damarlar atmaya başlıyor, göğüs kafesim fazladan birkaç kez daha şişiyor, alnımdaki ter perçemlerimi hafiften ıslatıyor, sürekli bir taraflarımı kaşımaya çalışıyorum... Peki kötü mü bütün bunlar? Kesinlikle değil. Sinirli haller en sevdiğim, belki en heyecanlandığım hallerden. Peki şu an ne yapıyorum sinirliyken? Yazıyorum... İsterse dünyanın en kötü yazısı olsun, sonuçta yazıyorum ve burada buna son noktayı koyduğumda, bu “sinirli” ve “mutlu” halimle bile boş bir sayfayı doldurmuş ve yaratmış olarak tatmine ulaşıyorum; noktayı koyuyorum.

6 Mart 2009 Cuma

Dün Bugün Yarın

Saat 4:14! Evet tam da dünün bugünün ve yarının ortasında olduğum bir andayım. Sabah 8:45 dersine yetişmek istiyorsam artık başımı yastığa koymamalıyım. Ne dünün anları ne bugünün anları çıktı kafamdan hala, yarında olmama rağmen artık. Yarındayım, unutabilmenin yarını belki de bu. İnsan bulunduğu güne yarın der mi yoksa? İşte ancak bu durumda... :)
Dün güzel bir gün geçirdim 12'yi günün bitişi sayarsak. Arkadaşlarımla, farklı insanlarla olmayı seviyorum, yalnızlığımı sevdiğimden daha az olsa da. :) Kadın konulu bir paneldeydik İstanbul Modern'de. İsimlerini bu saatte hatırlamam mümkün değil ama sinema ve felsefe alanından kadın cinsine yaklaşan iki konuşmacıyı beğendim. Bu ayrımın tarihsel sürecini ve de sinemadaki örneklerini ikisi çok güzel anlattılar. Diğer ikisinin sözlerini ise boş feminist zırvaları olarak görüyorum. Sözde cinsiyetçiliğe karşı konuşuyorlar ama yapılan tek şey erkek cinsinin alt edilmesi onlar iiçin. Kadının birey olarak kendini göstermesi erkek cinsinin üzerinde bir konumlandırılma gerekiyormuşçasına konuşmalardı. Hele ki başkonuşmacı sıfatındaki kadın henüz cümlelerini kafasında oturtmadan gelmiş, sürekli takılıyor, kağıtların arasında kayboluyor, aradıklarını kesinlikle bulamıyor, ve sürekli "bi şekilde" diyerek beni konuşmasından soğuttu.
Panelden sonraysa film gösterimleri vardı. İlk filme kaldık Erdinç, Şoreş ve ben. Zaten diğerine kalsaydım günlerdir uyumadığım için güzelim film heba olacaktı. Fraulein, zaten bir ağacın dallarının kesilmesiyle başlıyor; buradan da anlıyoruz ki bu bir kadın filmi, tüm erkeklik unsurları-evet dallar da dahil- kesilip gitmeli öncelikle. Bence yanlış, hümanist olduğumdan belki de. Kendime en yazık -ist onu bulduğumdan belki de. O dalları kesmeden, erkekliği ortadan kaldırmadan kadınlığı güçlü kılmak varken neden üstünlüğünü kabul ettiğimizi gösterelim ki herhangi bir cinsiyetin? Penisi neden farklılık, fazlalık, güç göstergesi olarak görelim ki? Filmin başını işte bu yüzden sevmedim, gereksiz konuyla alakasız bir kıyım olmuş. Film genel olarak hoşuma gitti ama. İki ana kadın karakterin düşledikleri hayatları nasıl elde ettiklerini gördük. Kimisine çok zor geliyor engelleri aşıp anları zevke dönüştürmek, kimiyse bunu yaşam felsefesi haline getirmiş, ölümü pahasına yaşayacağı anları mutlu anlara dönüştürmeye çabalıyor hiç kasmadan. İki karakterin de beğendiğim ve beğenmediğim tarafları var elbet kendi ahlak çerçevemde. Ancak ikisini de yargılayacak kadar ne gelenekselim ne de "modern".
Neyse ben dünümden bahsediyordum, daldım dünümdeki filme. :) Feminist değilim işte, o anlaşıldığı şekilde olmaya da hiç niyetim yok.
Dün o şekilde güzel devam etti, güzel de bitti. Zaten hep dünler güzeldir yaşarken, yani bugünken; eğer ardından kötü bir şey gelecekse hep ertesi gün bilirsin bunu. Ben de bugün dediğim aslında dün olan günde bildim kötü tarafını. Kötülük yok aslında, ben iyi biriyim. Bazen sana yapılmasını istemediğin, seni çok sinirlendirebilecek şeyler yapıyorsun işte. Hafife almak değil asla, değerini bilmemek de değil, suçluluk duygusu hiç değil. O an ne istiyorsam onu yaparım, istemiyorsam da yapmam. Kimse şimdiye dek hesabını sormadı, zaten sormamalı da.
Bana bir kadına nasıl davranması gerektiğini bilmeyen biri çıkıp zaten hesap soramaz. "Neden?"leri benim için boştur, özürleri olmalıdır bedeni metalaştırdıkları için. Seks asla bedenle ilgili değildir. Birbirinin içini okşamayan insanlar sadece vücutlarını çarpıştırırlar, asla yapmayacağım bunu. Bu kadar iyimser yaklaşamam asla! Bir insan olarak değerim yokmuş gibi hissettiremem kesinlikle. "Dur" diyebilmesini bilirim, içimde akıp giden milyonlarca dürtüye ben de karşı koyabilirim. Pişmanlığı o zaman duymam, ya da dur dediğim için suçluluğu, ya da evet ertesi gün o anlar geçmemiş gibi davrandığımda karşıdan aldığım bakışları ancak öyle normal bakışlarla karşılayıp soru işaretleri gönderebilirim. Bunu sevmiyorum, yapmaya zorlanıyorum. Bu muameleyi hak edenlere rastlıyorum. Umrumda değil. Tek istediğim huzurlu olabilmek; her şekilde bunu kendime sağlayabiliyorum işte. Bunu yazmak anlatmak günah çıkarmak gibi algılanmasın, günah? :) Yok sadece ufak bir kanıt. Huzuru bir başına bulabildiğine, bedeninin göreceği saygıyı ruhuna kendin sağlayabileceğine fazlasıyla. Olmaz canım; bende olmayanı gördüğün yanılgısına dayanamam.
Nerden nereye geldim ya. Neyse hepsini geçtim o zaman. Bütün gün yazı toparlayıp düzenlemekle uğraştım. Hala bilgisayar başındayım öğlen 2'den beri. Boynum sırtım tutuldu. Bir de sabahın köründe derse giricem, ne anlamyı beklediğimi bile bilmiyorum. Hadi ilk ders not tutulacak cinsten değil de sonrasında postmodern roman var. O kadar okudum 1984'ü mutlaka adam gibi dinleyip not tutmalıyım.
İyice günlüğe çevirdim bunu da. Sıkıldım kendimden. Hava aydınlanıyor, ay hala orada, dışarda bitmeyecek gibi bir ıslaklık. Güneşi de aydınlığı da ıslaklığı da seviyorum. İyi ki hayattayım!

Hakanu :(



Ne kadar çok isterdim seninle daha fazla zaman geçirebilmeyi. :( Belki daha çok üzüntü verirdi bana seni göndermek o zaman ama daha fazlasını paylaşmak için feda edebilirdim üzüntüleri. Mektup yazmak istedim sana, zaman mı kalmadı? Hayır zamanım vardı, kendimle ilgilenmekten ya da daha çok üzüp üzülmeme isteğinden geri attım sanırım. İçinde her zaman kocaman bembeyaz bir parça var Hakan, hep hissettim onun varlığını. Gülmekten küçülen gözlerin ve de iç çekişlerin gözümde. Onları gözümün önünden silecek kadar uzak durmazsın umarım benden, bizden. Burada bir hayatmış işte seninki de. Dört buçuk yıl, hayatının 1/5i neredeyse. Zaman geçtikçe uzaklaşacak, oran küçülecek ama gerçekliği kaybolmayacak dört buçuk yılın. Birlikte geçirdiğimiz aylarsa hep daha büyük oranlarla duracak bende. İngiltere ve Bursa ayırdı, böldü ama içerden bir yerlerden öyle sevdim ki seni, öyle çabuk ısındım ki matematiksel hesapları unuttum şimdi. Hep vardın, hep varsın, canım arkadaşım. Özlemiyle gittiğin "kıvılcım" aleve dönüşsün, sıcacık, mutlu, huzurlu ol hep. Hissettir kendini bir şekilde. Çok seviyorum seni. :)

Related Posts with Thumbnails